1. OSMANLI DEVLETİ’NİN GERİLEME DÖNEMİ VE YENİLEŞME ÇABALARI

Giriş

Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren üç asır içerisinde Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında hâkimiyet kuran büyük bir dünya gücü hâline geldi. Kuşkusuz Osmanlı’nın beylikten büyük bir imparatorluğa geçişi, başarılı devlet ve toplum yönetimi ile mümkün oldu. Osmanlı yönetim anlayışı, Orta Çağ Avrupası’nın çok ötesinde özelliklere sahipti. Sistemin sağlıklı işleyişi ve askerî başarılar toprak kazanımlarını sürekli hâle getirdi. Bu durum tarıma dayalı Osmanlı ekonomisinde dinamizmi ve istikrarı uzun süre canlı tuttu. Güçlenen imparatorluk, önce doğuda sonra da batıda cazibe merkezi hâline geldi. 15. yüzyıl ortalarına gelindiğinde Osmanlı artık Doğu / İslam medeniyetinin yegâne temsilcisi durumundaydı. Bu hâliyle dünyada Yeni Çağ’a geçişin lokomotifi de Osmanlı oldu.

Osmanlı Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) saltanatında sosyal ve ekonomik olarak zirveye ulaştı. Ancak bu devir sonrasında devlet gücünü kaybetmeye başladı. Özellikle coğrafi keşiflerin etkisiyle dünya ekonomik sistemindeki köklü değişimler ve Avrupa’da sanayi devrimi gibi asırlar sonrasına tesir eden teknolojik gelişmeler, güçler dengesini altüst etti. Osmanlı’nın klasik devirdeki Avusturya, İspanya ve Portekiz gibi rakiplerinin yerini İngiltere, Fransa ve Rusya gibi modern ordulara sahip, güçlü ve yayılmacı emeller taşıyan ülkeler aldı.

17 ve 18. yüzyıllarda Osmanlı devlet adamları ve aydınları ortaya çıkan sorunların ve Avrupa karşısındaki gerilemenin sebeplerini biliyorlardı. 19. yüzyıla adım atıldığında klasik dönemdeki görkemli günlere geri dönüşün mümkün olmadığı anlaşıldı. Artık uygulanan reform programlarında büyük oranda Batı örnek alınmaktaydı. Fakat Avrupa sanayi ve teknolojisi ile rekabet edebilecek imkân bulunamadı; reformları uygulayacak nitelikli bir insan potansiyeli oluşturulamadı. Bu durumda sosyal sorunlar daha da büyüdü. Osmanlı, rekabet edemediği Avrupa tarafından adım adım parçalandı.

Bilhassa 19. yüzyıldaki ıslahat girişimleri ile zaman içerisinde bunlara karşı oluşan muhalif tavırlar, nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti dönemi reformlarına etki etmesi bakımından da ayrıca önem taşımaktadır.

1.1. Osmanlı’nın Buhran Yılları: Duraklama Dönemi

Osmanlı Devleti 1299’daki kuruluşundan itibaren sürekli olarak değişen ve gelişen bir dinamizm içinde oldu. Bu dinamizm, 15. yüzyılda kendine has ve özgün bir Türk-İslam medeniyeti sentezini ortaya çıkardı. Özellikle 1453’te İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı’nın Avrupa siyasetinin belirleyici aktörlerinden biri olduğunda kuşku yoktur. Balkan ve Orta Doğu coğrafyasındaki fetihler iki asır içinde Osmanlı’yı güç ve teşkilat bakımından tarihin kaydettiği ender imparatorluklardan biri hâline getirdi. Üç kıtada sağlam temeller üzerinde yükselmiş bir imparatorluğun çöküşü ise hiç kolay olmadı. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesi pek çok iç-dış etkenin bir araya gelmesi ve sancılı bir sürecin sonunda gerçekleşti.

Genel olarak kabul edildiği üzere Osmanlı Devleti 17. yüzyıl başlarında Duraklama Devri’ne girmiş bulunuyordu. Bazı tarihçiler duraklamanın Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın 1579’da ölümünden sonra başladığını ileri sürmektedirler. Yorumlar farklı olsa da 16. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı devlet sisteminde ve sosyal yapısında ciddi aksaklıkların yaşandığı görülmektedir. Bu husus, dönemin devlet adamları ve âlimleri tarafından da çeşitli vesilelerle dile getirilmiştir. Fakat genel kanaatin aksine iç ve dış sorunlara rağmen bu süreçte toprak kazanımları sürmüştür. Bu nedenle 17. yüzyılın sonlarına kadar yaklaşık bir asır devam eden bu dönemi buhran veya bunalım devri olarak değerlendirmek de mümkündür.

Kanuni Sultan Süleyman saltanatı ardından II. Selim (1566-1574) döneminde Osmanlı Devleti, Haçlı güçleri karşısında İnebahtı Deniz Savaşı’nı kaybetti (1571). Bu mağlubiyet Sokullu Mehmet Paşa’nın gayretleri ile Akdeniz’in stratejik adası Kıbrıs’ın fethi tamamlanarak unutturulmuştur. Devletin toprak kazanımları 1574’te Tunus’un, 1578’de Fas’ta kazanılan el-Kasrü’l-Kebir zaferiyle sürmüş ve Osmanlı egemenliği Kuzey Afrika’nın en batı ucuna ulaşmıştır. Bu arada 1578’de başlayan Osmanlı-Safevi (İran) savaşı 12 yıl sürmüş ve Osmanlı’nın doğu sınırı Hazar Denizi’ne kadar ulaşmıştır. Görüldüğü gibi 16. yüzyılın sonlarında Osmanlı büyümeyi sürdürmektedir.

16. yüzyıl sonlarında Osmanlı geleneksel doğu-batı siyaseti yanında Kuzeyden gelen ciddi bir tehditle de uğraşmak zorunda kalmıştır. 1594’ten itibaren başlayan Kazak (Kossak) saldırıları bir süre sonra bunları destekleyen Ruslar ile çekişmeye dönüşmüştür. Rusya ile Karadeniz’de başlayan ve Balkanlar ile Kafkasya’da süren şiddetli mücadeleler son üç asır boyunca Osmanlı’yı yıpratan en önemli etken olacaktır.

Osmanlı, Avrupa’daki en önemli rakiplerinden olan Avusturya ile 1593 yılından itibaren sürdürdüğü savaşı 1606’da imzaladığı Zitvatorok Antlaşması ile sona erdirdi. Bu arada Avrupa’da yeni dengeler oluşmaktaydı. 1618’de Protestan ve Katolik pek çok devlet arasında başlayan Otuz Yıl Savaşları, 1648’de imzalanan Vestfalya (Westphalia) Antlaşması ile sona erdi. Böylece Avrupa’da ileriki yıllarda Osmanlı’yı olumsuz etkileyecek yeni dengeler ortaya çıktı.

Osmanlı, Batı’da Avusturya, Kuzeyde Rusya, Doğuda İran’la, Akdeniz’de Venedik ve Cenevizlerle mücadele edip yıpranırken bu durumun içerideki yansımaları Celali İsyanları ile oldu. Bu isyanlar esasta devlet gücünün ve otoritesinin zayıflamasının bir sonucuydu. İsyanların bütün Anadolu’ya yayılması üzerine Kuyucu Murat Paşa 1606-1609 yılları arasında isyanları bastırdı. Fakat paşanın 1611 yılında ölmesiyle huzursuzluklar devam etti. Ardından Yeniçerilerin itaatsizlikleri başladı. Hatta 1622 yılındaki bir Yeniçeri isyanında Sultan II. Osman (1618-1622) tahttan indirilerek katledildi. Devletin içine düştüğü kargaşa ortamında Sultan IV. Murat (1623-1639) otoriteyi sağlamak için şiddetli tedbirler aldı. Fakat onun ölümünün ardından özellikle Kapıkulu Ocakları’ndaki disiplinsizlik önlenemez hâle geldi. Klasik dönemin en önemli dinamizm kaynağı olan Osmanlı toprak sistemi bozulunca sosyal sorunlar daha da büyüdü. Bu ortamda dinî taassup ekseninde ortaya çıkan Kadızadeliler hareketi, devleti tehdit eder duruma geldi. Bu olaylar karşısında yeni padişah IV. Mehmet (1648-1688), 1656’da Köprülü Mehmet Paşa’yı Sadrazam yapmış o da ilk iş olarak bu hareketi ortadan kaldırmıştır.

Osmanlı Devleti Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları’yla oluşan karmaşadan yararlanarak Kıbrıs’tan sonra Doğu Akdeniz’in stratejik adası Girit’e sefer başlatmıştır (1645). Çetin mücadelelerden sonra ada ancak 1669’da ele geçirilebilmiştir. Bu süreçte Osmanlı ordusu 1662’de Erdel (Romanya)’e girmiş; 1663’te Uyvar (Slovakya)’ın fethiyle de Avrupa’daki en geniş sınırlara ulaşmıştır. Fakat özellikle uzun süren Girit Seferi esnasında Osmanlı ordu ve donanmasının Avrupa teknolojisinin gerisinde kaldığı anlaşılmıştır.

17. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’daki bazı gelişmeler Osmanlıların dikkatini tekrar buraya yöneltmiştir. 1672’de Sadrazam olan Kara Mustafa Paşa, Viyana’yı ele geçirerek büyük bir hayali gerçekleştirmek; prestij kazanmak ve Batı’yı da bir tehdit olmaktan çıkartmak istiyordu. Bu amaçlar doğrultusunda Osmanlı ordusu 1683 baharında Avusturya seferine çıktı. Ancak Osmanlı ordusu II. Viyana Kuşatması’nda başarısız oldu ve çok ağır bir mağlubiyet aldı.

Viyana hezimeti Avrupa devletlerine moral oldu ve Osmanlı için 16 yıl sürecek bir yenilgiler dizisi başladı. Nitekim Avusturya, Lehistan ve Venedik aralarında Kutsal İttifak’ı kurdular. Savaş 1699’a kadar sürdü. Zaten bir süredir ciddi sosyal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya olan Osmanlı, bu savaşlarda da istenilen başarıyı gösteremedi. 1697’deki Zenta bozgunundan sonra 1699’da imzalanan Karlofça (Karlowitz) Antlaşması Osmanlı için bir dönüm noktası oldu. Antlaşmayla Balkanlar’da ve Ukrayna’da ciddi toprak kayıpları yaşandı; Macaristan elden çıktı. Ayrıca galip devletlere ciddi ticari tavizler verildi. Bu içeriği ile Karlofça, klasik Osmanlı muhteşem çağının sona erdiğini simgeler.

Osmanlı Devleti’nin buhran yıllarında idareci ve aydınlar için sorunların çözümünde eski muhteşem günlere dönüş önemli bir motivasyon unsuruydu. Ancak Avrupa karşısında özellikle askerî alandaki başarısızlıklar bu kanaatin yavaş yavaş değişmesine sebep oldu. Artık reformların yürütülmesinde Batı’dan yardım alınması görüşü hâkim olmaya başladı.

Harita 1: Duraklama Döneminde Osmanlı Devleti (Unat (1989), s. 32)

1.2. Osmanlı’da Gerileme Dönemi ve Islahat Girişimleri

Osmanlı’da Gerileme Devri 1699 Karlofça Antlaşması’yla başlatılır; Sultan III. Selim’in tahta çıktığı ve Avrupa’da Fransız İhtilali’nin başladığı 1789’a kadar sürdürülür. Aslında 18. yüzyıla girildiğinde Osmanlı’da sorunlar netleşmiş ve Avrupa’nın üstünlüğü de kabul edilmiş olduğundan reform fikri ağırlık kazanmıştı. Ancak reformlar için zamana ve mutlak bir barış dönemine ihtiyaç duyulmaktaydı.

18. yüzyıl başlarında devletin içyapısında bazı düzenlemelerin gündeme gelmesiyle Lale Devri (1718- 1730) olarak adlandırılan döneme girilmiştir. Devrin padişahı Sultan III. Ahmet (1703- 1730)’in desteği ile devlet görevlileri 1718 tarihli Pasarofça Antlaşması ile barışı sağladılar ve sonrasında Batı’nın üstünlüğünün nedenlerinin araştırılması gereği üzerinde durdular. Bu amaçla Sadrazam Damat İbrahim Paşa, Avrupa’ya gönderilen elçilerin sayısını artırmıştır. Bu elçiler, diplomatik ilişkileri sürdürmenin yanı sıra Avrupa’nın kültür, sanat, sanayi, tarım ve askerî yapısı hakkında incelemeler yaparak raporlar sunmaya başladılar. 1720-1721 yılları arasında Paris’te elçi olarak bulunan Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi’nin raporu bunlar içinde en dikkat çekenidir.

Lale Devri’nin önemli atılımlarından biri kuşkusuz ilk Türk matbaasının kurulmuş olmasıdır (1727). Aslında Osmanlı’da ilk matbaa İstanbul’da İspanya’dan göç eden Museviler tarafından 1493 yılında açılmıştı. Yine Ermeniler 1567, Rumlar ise 1627 yıllarında kendi matbaalarını kurmuşlardı. Bu dönemde Doğu dillerinden çeviriler yapılmış, sivil mimari gelişme göstermiş, sosyal hayat renklenmiştir. Fakat yapılan yenilikler yaşanan büyük sorunlar karşısında etkili olamamıştır. Reform hareketi sağlam bir zeminde ilerleyemeyince sosyal ve ekonomik nedenlerle 1730’da patlak veren Patrona Halil Ayaklanması bu restorasyon dönemini sona erdirmiştir.

Lale Devri’nde ortaya çıkan sosyal tepkiler ve yeni oluşan dinamikler sonraki dönem ıslahatlarını etkilemiş ve ıslahatların askerî alanda yoğunlaşmasına sebep olmuştur. Nitekim yeni padişah Sultan I. Mahmut (1730-1754) kaos dönemi ardından ordunun modernizasyonuna ağırlık vererek Avrupa’dan uzmanlar getirtmiştir. Bu uzmanlardan en bilineni Fransız soylularından olan ve daha sonra Müslüman olarak Ahmet ismini alan Humbaracı Ahmet Paşa (Claude- Aleksandre Comte de Bonnevale)’dır. 1731’de İstanbul’a çağırılan Ahmet Paşa, Humbaracı Ocağı’nın ıslahıyla görevlendirilmiştir. Humbaracı Ahmet Paşa, döneminin çok önemli bir yeniliğine daha öncülük ederek 1736’da topçu askerlerinin eğitimi için teknik bir kurum olan Hendesehane’nin açılmasını sağlamıştır.

Kuşkusuz Osmanlı reformlarının sürdürebilirliği ekonomik gelişmelerde de bağlantılıydı. Ekonomi üzerinde en yıkıcı etkiyi ticari kapitülasyonlar (ahidnameler) yapmaktaydı. Devletin güçlü olduğu devirlerde ticari hayata canlılık kazandırmak, özellikle diplomasi alanında siyasi kazançlar sağlamak amacıyla Avrupa devletlerine tanınan bu imtiyazlar, zaman içinde Osmanlı’nın yerine getirmek zorunda olduğu yükümlülükler hâline dönüştü; sonra da iç işlerine müdahalede bir araç hâlini aldı. Başlangıçta padişahların saltanat süreleriyle kısıtlı olan kapitülasyonlar 1740 yılından itibaren daimî hâle getirildi.

Batılı tarzda ıslahatlara önem veren padişahlar içerisinde öncü isimlerden biri Sultan III. Mustafa (1757-1774)’dır. Bu dönemde Sadrazam Mehmet Ragıp Paşa ile birlikte yürütülen dengeli ve tutarlı politikalar hazine gelirlerini artırmış; ticaret gelişmiş; vakıflara, tımar ve iltizamlara sıkı denetim getirilmiş; saray masrafları kısılmış ve askerî alanda oldukça etkili yenilikler yapılmıştır. Ancak Ragıp Paşa’nın 1763’te ölümünden sonra barış ortamı 1768 Osmanlı-Rus savaşıyla sona ermiştir. Rusya’nın Lehistan’ı işgal etmesi üzerine başlayan savaş 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla son bulmuştur.

Sultan III. Mustafa’nın ıslahat anlayışı, onun yerine tahta oturan Sultan I. Abdülhamit (1774-1789) döneminde de sürdürülmüştür. I. Abdülhamit, Rusya ile savaşta başarısız olunduğundan Küçük Kaynarca Antlaşması’nı imzalamak durumunda kalmıştı. Osmanlı’nın Karlofça’dan sonra imzaladığı en ağır şartları taşıyan ve olumsuz etkileri uzun yıllar devam edecek olan Küçük Kaynarca Antlaşması’na göre Aksu (Buğ) Nehri iki devletin yeni sınırı oluyordu. Asırlardır Osmanlı toprakları olan Kırım, Kuban ve Bucak için siyasi bakımdan imparatorluk bünyesinden ayrılma süreci başlamış oluyordu. Bu yerlerin Osmanlı ile irtibatı yalnızca dinî konularda hilafet makamına bağlılıkla sınırlandırılmıştı.

Küçük Kaynarca Antlaşması’nda bir başka önemli husus Ruslara verilen ticari ayrıcalıkların yanlış yorumlanmasıdır. Rusya, Osmanlı topraklarında konsolosluk açma hakkı veren bazı maddeleri, Ortodoks vatandaşların koruyuculuğunun kendisine tanındığı şeklinde yorumlamıştır. Rusya, sonraki yıllarda bu maddelere dayanarak Osmanlı iç işlerine müdahale hakkını kendisinde görmüştür. Antlaşma ile İstanbul ve Çanakkale boğazlarından Rus ticaret gemilerinin serbestçe geçişine de izin veriliyordu. Böylece Boğazların statüsü tartışmaya açılmış ve Karadeniz’deki mutlak Osmanlı egemenliği ağır bir yara almıştır. Nitekim Ruslar kazandıkları bu zaferle Karadeniz’e yerleşmiş ve kısa süre sonra Osmanlı toprağı Kırım’ı tamamen eline geçirmiştir (1783). Kırım’dan Müslümanlarının birçoğu vatanlarını terk ederek Osmanlı topraklarına göç etmiştir. Böylece imparatorluk, acı örneklerini ilerideki tarihlerde sıklıkla yaşayacağı, ilk büyük göç dalgasını yaşamıştır.

Sorunlara rağmen Sultan I. Abdülhamit, reformların takipçisi olmuştur. Ordunun ıslahı için Avrupalı uzmanların istihdamına devam edilmiştir. Bu devrin öne çıkan siması ise aslen Macar olan Fransa doğumlu Baron François de Tott’dur. Tott, 1771-1776 yılları arasında orduyu ve savunma bölgelerini güçlendiren tedbirler aldırmıştır. Teknik eğitim için daha sonra Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (deniz mühendishanesi) adını alan Hendesehane, kapsamlı bir askerî okula dönüştürülmüştür.

Osmanlı kamuoyu, ahalisi tamamen Müslümanlardan oluşan ve bir oldu-bitti ile Rusların eline geçen Kırım’ın kaybını sineye çekememiştir. Kırım’ın geri alınması için fırsat aranmış ve nihayet 1787’de Rusya’ya savaş ilan edilmiştir. Ardından Avusturya da Rusya’nın yanında savaşa katılmıştır. Bu savaşta beklenen başarı sağlanamadığı gibi çok önemli toprak kayıpları önlenememiştir. Ocak 1789’da Rusların Özi Kalesi’ni ele geçirip buradaki 25 bine yakın savunmasız Müslümanı kılıçtan geçirdiği haberi İstanbul’a ulaşınca I. Abdülhamit bu sarsıcı gelişmenin ardından hastalanmış ve fazla yaşayamayarak 7 Mayıs 1789’da vefat etmiştir.

Görüldüğü gibi 17 ve 18. yüzyıl Osmanlı idarecileri ve aydınları şanlı mazileri ile kendilerinden üstün Avrupa gerçeği arasında sıkışmış durumdaydı. Bir yandan, mükemmel olarak kabul ettikleri altın çağ Fatih-Yavuz-Kanuni dönemleri sisteminden kopamıyor ve ıslahatlarla özlemini duydukları maziyi canlandırmak istiyor, öbür yandan üstünlüğünü ispat etmiş Avrupa olgusunu kabullenmek durumunda kalıyorlardı. Bu ikilem, devleti kalıcı reformlar yapmaktan alıkoyan önemli etkenlerden biriydi. Ancak dünyada çok büyük değişimlerin yaşanacağı 19. yüzyıla girme aşamasında hem Avrupa’da 1789 Fransız İhtilali gibi sarsıcı gelişmeler hem de Osmanlı’nın içinden çıkılmaz hâle gelmeye başlayan sorunları, bu ikilemden çıkma yolundaki adımları zorunlu hâle getirecektir. 

Harita 2: Gerileme Döneminde Osmanlı Devleti (Unat (1989), s. 36)

1.3. Osmanlı Modernleşmesinde Dönüm Noktası: Sultan III. Selim ve Nizam-ı Cedit Reformları

18. yüzyılın sonlarında Avrupa 1789 Fransız İhtilali fikirleriyle sarsılırken, Osmanlı’da tarihin en kapsamlı reform programlarından biri olan Nizam-ı Cedit’in hazırlıkları yapılmaktaydı.

Yaşanan toprak kayıplarına rağmen 18. yüzyılın sonunda Osmanlı’nın sınırları Asya’da Yemen-Arabistan Yarımadası, Hint Okyanusu, Basra Körfezi, İran’dan geçip Kafkasya’da Anapa’ya kadar; Avrupa’da Dinyester Nehri’nin batı kıyılarından Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Arnavutluk’u içine alacak şekilde devam ederek Avusturya’ya dayanıyordu. Afrika’da hemen hemen bütün Kuzey Afrika denetim altında tutuluyordu. Üç kıtada toprakları bulunan Osmanlı’nın bu sınırları 4 milyon kilometrekareyi aşmaktaydı ve üzerinde yaklaşık 25 milyon insan yaşıyordu. 

Resim 1: Sultan III. Selim (ÖRENÇ, (2012), s. 46) 

Kendisine büyük umutlar bağlanan reform döneminin Padişahı Sultan III. Selim (1789-1807), devlet idaresini teslim aldığında Avusturya ve Rusya ile savaş devam ediyordu. Rusya, Eflak-Boğdan’ı işgal etmiş, Avusturya ordusu Belgrad’ı ele geçirmişti (8 Ekim 1789). Hiçbir tarafın istediği gibi gitmeyen savaş Avusturya ile 1791’de yapılan Ziştovi ve ertesi yıl da Rusya ile imzalan Yaş Antlaşması ile son bulmuştur.

Sultan Selim yapacağı reformlarında Fransa’yı örnek almaktaydı. Tahta geçtiğinde 1789 Fransız İhtilali Avrupa’da yeni bir dönemi başlatmıştı. Osmanlı, ihtilalden doğrudan etkilenmedi fakat uzun vadede ihtilal fikirleri Osmanlı topraklarında milliyetçilik hareketlerinin hızlanmasına neden olacaktır.

III. Selim, Ziştovi Antlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra yenileşme hareketine hız vermiştir. 1791 sonbaharında asker ve bürokrat çeşitli kesimlerden seçilen 22 kişiye reformlara dair layihalar (raporlar) hazırlama emri verilmiştir. Hazırlanan bu raporlarda ortak nokta, askerî alanda reformlara öncelik verilmesi olmuştur. Sultan, bu görüşler çerçevesinde Nizam-ı Cedit (Yeni Düzen) adı verilen ıslahat programını yürürlüğe koymuştur.

Nizam-ı Cedit hareketiyle öncelikle Yeniçeri Ocağı’nın ıslahı, ulemanın nüfuzunun kırılması, Avrupa’nın ilim, sanat, askerlik, ziraat ve ticaret hayatında yaptıkları yeniliklerin Osmanlı’da da uygulanması amaçlanmıştı. Bu dönemde merkezî otoritenin güçlendirilmesi, devletin sarsılan iktidarının sağlamlaştırılması ve devlet sisteminin sağlıklı işleyişini temin etmek için kanunnameler hazırlanmış; yeni bir düzen kurulmaya çalışılmıştır. 

Resim 2: Nizam-ı Cedit Askeri (Örenç 2012, s. 50)

Avrupa tarzındaki yeni Osmanlı askerî birlikleri 24 Şubat 1793’te kurulmuştur. Bu ordunun modern usullerde talim yapması sağlanmıştır. Ordu ve donanma için Avrupa’dan uzmanlar getirilmiştir. 1773’te temelleri atılan Mühendishane-i Bahri-i Hümayun geliştirilmiştir. Bu okulda hem denizcilik hem de gemi yapımı eğitimi verilmeye başlanmıştır. Ayrıca 1795’te kara mühendishanesi olarak Mühendishane-i Berri-i Hümayun açılmıştır. Bu okullar için gerekli kitapların tercüme ve basımı için kara mühendishanesi bünyesinde bir matbaa ve kütüphane oluşturulmuştur.

Ordu ve donanmada başlatılan yenilikler ile diğer reformların uygulanması için büyük mali kaynaklara ihtiyaç duyuluyordu. Reformun ekonomik ayağını güçlendirmek için İrad-ı Cedit Hazinesi adıyla yeni ve bağımsız bir fon oluşturuldu. Bu hazineye yeni vergiler dâhil bazı kaynaklar gelir olarak ayrılmıştır.

Dar bir kadro eliyle yürütülen III. Selim’in reform programı kapsamında Anadolu ve Rumeli’de eyaletler yeniden düzenlendi; buralara güvenilir ve tecrübeli yöneticiler atandı. Adaleti temsil eden kadıların görevlerini tam olarak yerine getirmeleri, halktan fazla para talep etmemeleri ve haksızlıkları önlemeleri sağlandı. Uzun süredir bozulmuş olan tımar ve zeamet sistemi yeni kanunlarla düzenlenerek tekrar ekonomiye kazandırıldı. Giyim kuşamda pahalı kumaşlar yerine yerli kumaşlar özendirildi ve ticaret teşvik edildi.

III. Selim dönemine kadar Avrupa devletleri ile ilişkiler, bu devletlerin İstanbul’daki elçileri aracılığıyla sürdürülmekteydi. Bu uygulamaya son verildi. Devletin yabancı devletlerin merkezlerinde temsil edilmesi, Avrupa ülkeleriyle olan ilişkiler hakkında doğrudan ve daha güvenilir bilgi sahibi olması için bu ülkelerde daimî elçiliklerin açılması kararlaştırıldı. Bu amaçla Londra (1793), Paris (1797), Viyana (1797) ve Berlin’e (1797) birer daimî elçi gönderildi. Bu elçilikler zaman içinde Osmanlı’nın Avrupa’ya açılan penceresi oldular.

Osmanlı’da reformlar sürerken Fransa, İngiltere ile rekabetin sonucu olarak Osmanlı toprağı Mısır’ı 1798’de işgal etti. Bu durumda Fransa ile ilişkiler uzun süre koptu ve reformlar aksadı. Osmanlı, Mısır’ın kurtarılması için İngiltere ve Rusya ile ittifaklar kurdu. Osmanlı-Rus ittifakı, bu zamana kadar yalnızca savaş meydanlarında karşılaşan iki devletin tarihinde bir ilk olma özelliği taşımaktadır. Bu ittifak sayesinde Rus savaş filosu ilk defa olarak Boğazlardan geçerek Akdeniz’e açılabilmiştir. Osmanlı ve müttefikleri kısa sürede başarılı olmuşlar ve 1801’de Fransa’yı mağlup ederek Mısır’dan çıkarmışlardır.

Bu arada Nizam-ı Cedit reform hareketi, bütün iyi niyetli gayretlere rağmen istenilen sonuca ulaşamamıştır. Bu başarısızlıkta reformları yürüten kadroların yetersizliği çok önemli bir etken olmuştur. Süreç içinde Anadolu’da olduğu gibi Rumeli’de de güçlü ve başına buyruk ayan ve mütegallibe denilen yeni bir zümrenin türemesi önlenememiştir. Bütün bu olumsuzluklara Arabistan’da patlak verip bir anda bölgeyi kan gölüne çevirerek Kâbe’yi tehdit eder hâle ulaşan Vehhabi İsyanları da eklenmiştir. Yeni sistemin karşıtları Kabakçı Mustafa önderliğinde Mayıs 1807’de isyan ederek önce reform programını, sonra da III. Selim’i ortadan kaldırdılar.

Nizam-ı Cedit süreci kuşkusuz Türk modernleşme tarihinin önemli safhalarından biridir. Başarısızlığa rağmen III. Selim’in başlattığı reform iradesi kendisinden sonra devam edecektir. Nizam-ı Cedit programının başarısını sınırlayan etkenlerin başında fonksiyonlarını yitirmiş eski kurumların ortadan kaldırmasına cesaret edilememesi gelir. Böylelikle aynı alanda faaliyet gösteren eski ve yeni kurumlar kaçınılmaz bir rekabet içine girmiştir. Başarıyı sınırlayan ikinci husus, reformları üstlenecek nitelikli kadroların yetiştirilememesi ve halk desteğinin olmamasıdır. Endüstrinin gelişmediği, ticaretin büyük ölçüde yabancıların elinde olduğu Osmanlı’da ihtilal dönemindeki Fransa’da ya da herhangi bir Avrupa ülkesinde olduğu gibi yenilikleri tetikleyecek sosyal ve ekonomik unsurlar, mesela burjuva sınıfı gelişememiştir.

Bütün bunlara rağmen III. Selim’in değişim politikaları ve bilhassa diplomasi alanındaki reformları, birçok yeni anlayışın imparatorluğa girişine zemin oluşturmuştur. Bu anlayış kendisinden sonra atılan önemli reform adımlarına öncülük etmiştir.

1.4. Sultan II. Mahmut Dönemi Reformları

Osmanlı’da ilk önemli Batılılaşma programı olan Nizam-ı Cedit’in büyük bir yıkımla son bulması devlet idaresinde bir ara döneme yol açtı. Devlet otoritesinin tamamen kaybolduğu bu dönemin aktörleri ise yenilik karşıtlarıydı. Osmanlı başkentindeki büyük kaos reform taraftarlarının Sultan II. Mahmut (1808-1839)’u tahta geçirmeleriyle son buldu.

Sultan Mahmut ilk olarak merkezî otoritenin sağlanmasına çalıştı. Sadrazamlığa getirdiği Nizam-ı Cedit destekçisi ayanlardan Rusçuklu Alemdar Mustafa Paşa’nın girişimi ile merkezî iktidarı zayıflatan ayanları kontrol altına alınmaya çalıştı. Bu maksatla ayanlar İstanbul’a davet edildi. Varılan mutabakat neticesinde 7 Ekim 1808’de ayanlar ile Saray arasında Sened-i İttifak belgesi oluşturuldu. Bu senetle ayanlar padişaha sadakatlerini ilan ederken devlet de bunları koruma sözü vermekteydi. 

Resim- 3: Sultan II. Mahmut (ÖRENÇ, (2012), s. 70)

Sultan Mahmut bir taraftan da askerî yenilikleri sürdürmek istiyordu. Bu amaçla 14 Ekim 1808’de Sekban-ı Cedit Ocağı’nı kurarak modern talim zorunluluğu getirdi. Ancak Yeniçeriler tekrar ayaklanıp Sadrazamı öldürdüler, Sekbân-ı Cedit askerini dağıttılar, subayların bir kısmını katlettiler ve modern askerî eğitim yapılan Levent ve Selimiye kışlaları ile Üsküdar Matbaası’nı yaktılar.

Devlet idarecileri Yeniçeri Ocağı kaldırılmadan köklü reformların yapılamayacağını anlamıştı. 15 Haziran 1826’daki son Yeniçeri isyanı bu fırsatı verdi. Sultan Mahmut, halkın da desteği ile iki gün içerisinde Yeniçerileri tamamen dağıttı. Ocağın 17 Haziran 1826’da kaldırılması Osmanlı tarihinde Vaka-i Hayriye (hayırlı olay) olarak adlandırılmıştır. Yeniçeriler tarih sahnesinden çekilince kısa sürede Avrupa usullerine göre Asakir-i Mansure-i Muhammediye adı verilen düzenli bir ordu kurulmuştur.

Sultan Mahmut tahta geçtiğinde devam eden Rusya ile savaş hâli 28 Mayıs 1812 tarihli Bükreş Antlaşması’yla son buldu. İki ülke arasında Prut Nehri-Tuna Nehri ağzı çizgisi sınır kabul edildi. Böylece Osmanlı Balkanlar’da Rusya karşısında biraz daha geriledi.

Osmanlı iç sorunlarıyla meşgulken Avrupa’da önemli değişimler yaşanıyordu. 1789 Fransız İhtilali’ne karşı müttefik olan İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya Fransa’dan alınacak topraklar ve yeni Avrupa düzeni için Viyana’da bir kongre toplama kararı almışlardı. Osmanlı Devleti, Avrupa’nın İngiltere eksenli yeniden dizayn edildiği 1815 Viyana Kongresi’ne davet edildiği hâlde katılmadı. Babıali, özellikle Rusya etkisinden çekinmekte ve 1804 yılından itibaren isyanların sürdüğü Sırp meselesinde olduğu gibi toprak bütünlüğü endişesi taşımaktaydı. Kongre sonunda İngiltere’nin görüşlerine uygun siyasi kararlar alındı. Avrupa güç dengesi, İngiltere’nin beklentilerine göre oluşturuldu.

Sultan II. Mahmut saltanatının en kritik dönemi 1821 Yunan İsyanı ve sonrasında yaşadı. Osmanlı vatandaşı Rum isyancılar kısa süre sonra bütün Avrupa’dan hatta Amerika’dan destek görmeye başladılar. Osmanlı ordusu Mora ve Ege Adaları’na yayılan isyanı bastırmakta başarısız oldu. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan askerî yardım istendi. Eğitimli Mısır’ın Cihadiye askeri 1824’te Mora’ya nakledilince isyan bastırılma aşamasına geldi. Bu arada İngiltere, Fransa ve Rusya Yunan isyancıları himaye hususunda rekabete başladılar ve Osmanlı iç işlerine müdahale ettiler. Nitekim üç devlet Osmanlı Donanması’nı Navarin Limanı’nda yaktı (20 Kasım 1827). Bu felaketten kısa süre önce Osmanlı 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmıştı. Navarin’de donanma yok olunca imparatorluk bir anda ordusuz ve donanmasız kalmış oldu.

Osmanlı’nın bu durumundan yararlanan Fransa, müttefikler adına Mora’ya asker çıkardı. Ardından 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı başladı. Rus orduları Edirne’ye kadar gelince barış yapıldı. 14 Eylül 1829 tarihli Edirne Antlaşması’yla Osmanlı, özerk Yunanistan’ın kurulmasını kabul etti. Avrupalıların baskıları sürünce çok geçmeden 1830’da Yunanistan’ın tam bağımsızlığı kabul edilmek zorunda kalındı.

Bu arada Fransa bir bahane ile 1830’da Cezayir’i işgal etti. Yunanistan ve Cezayir kayıplarının sarsıntısını daha atlatamayan Osmanlı asıl büyük darbeyi Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanı ile gördü (1831). Mısır isyanı yaklaşık on yıl sürdü. Devlet bu süreçte çok ağır kayıplar yaşadığı gibi bu gaileden kurtulmak için Avrupalılarla yapılan ittifaklar nedeniyle yıllar sonrasını etkileyecek siyasi ve ekonomik tavizler verilmek zorunda kalındı.

Osmanlı ordusu Konya’da bizzat sadrazamın kumandasında iken Mısır birliklerine yenilince Mısır Valisi’ne İstanbul yolu açılmış oldu. Mısır askeri, Bursa’ya kadar ilerledi (Şubat 1833). Böylece İstanbul ve Osmanlı hanedanı büyük bir tehditle karşı karşıya kaldı. Bu durumda II. Mahmut, kadim düşman Rusya’nın yardım teklifini kabul etmek zorunda kaldı. Varılan mutabakat gereği bir Rus filosu Boğaza girerek Beykoz’a asker çıkarttı (5 Nisan 1833). Ardından Rusya ile 8 Temmuz’da Hünkâr İskelesi Antlaşması yapıldı. Bu antlaşma ile Boğazların statüsü de yeniden ele alındı ve Rusya lehine tavizler verildi. Antlaşmanın ardından Mısır meselesi bir anda genel bir Avrupa sorunu hâline geldi. Bu arada Mehmet Ali Paşa ile Kütahya’da geçici bir uzlaşmaya varıldı ise de sorunlar devam etti. II. Mahmut, Mısır meselesini kesin olarak bitirebilmek için İngiltere’nin desteğine yöneldi. Bu süreçte Osmanlı dış politikası Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından yönlendiriliyordu. Paşanın telkinleriyle İngiltere’ye kapitülasyonların üstünde ticari ayrıcalıklar sağlayan Balta Limanı Antlaşması imzalandı (16 Eylül 1838).

1839 yılı Haziran ayında Mısır Valisi ve II. Mahmut arasında devam eden mütareke hâli silahlı bir çatışmaya ve son bir hesaplaşmaya dönüştü. Ancak Osmanlı ordusu, Nizip’te mağlup oldu ve Mısır kuvvetlerinin önünde yine hiçbir engel kalmadı (24 Haziran 1839). II. Mahmut bu son yenilginin haberini alamadan vefat etti.

Görüldüğü gibi Sultan II. Mahmut, saltanatının önemli kısmında içeride ve dışarıda çok ciddi sorunlarla boğuşmuştur. Buna rağmen reformlar sürdürülmüştür. Bu dönem reformlarının önceki dönemlerden en önemli farkı geleneksel kurumlardan kopma ve yenilerinin oluşturulması iradesinin gösterilmesidir. Ancak özellikle Avrupa ölçüsünde düzenlenmiş eğitimli bir ordu kurulması, her şeyden önce büyük bir ekonomik yük demekti. Bu nedenle o ana kadar vilayetlerin ihtiyaçları için geniş ölçüde mahallinde kullanılan vergi gelirleri, reformların ağır giderlerini karşılamak üzere merkeze aktarıldı. Bunu vergi gelirlerinin arttırılması için alınan tedbirler takip etti. Bunlardan en önemlisi 1826’da Evkaf Nezareti’nin kurulmasıdır. Kısa zaman içinde vakıflardan elde edilen gelirler bu nezaret kanalıyla genel reformlara, özellikle askerî harcamalara yönlendirildi. Fakat bu durum Osmanlı sosyal yapısının en önemli unsurlarından olan vakıf kurumunun eski etkinliğini yitirmesine neden oldu.

Sultan Mahmut döneminde merkezî idare ve hükümet teşkilatında oldukça önemli düzenlemeler yapılmıştır. Özellikle Avrupa’da olduğu gibi daha verimli işleyen bir hükümet sistemi ile kendine has bürokrasisinin oluşumuna önem verilmiştir. Divan-ı Hümayun’un yerini alan Babıâli, nezaretlerin (bakanlıkların) kurulmasıyla daha da güç kazanmıştır. İlk defa Sadrazam yerine Başvekil sıfatı kullanılmıştır.

II. Mahmut askerî ihtiyaçlar doğrultusunda eğitim alanında da pek çok yenilik yapmıştır. İstanbul ile sınırlı olmak kaydıyla bu dönemde ilköğretim zorunlu hâle getirilmiş; 1826’da ilk kez Avrupa’ya öğrenci gönderilmiştir. 1827 yılında açılan Tıp Mektebi ile ordu için hekim ve cerrah yetiştirilmesi sağlanmıştır. İlk ve orta seviyede devlet memuru yetiştirmek amacıyla Mekteb-i Maarif-i Adli ve Mekteb-i Ulum-ı Edebi açılmıştır. 1831’de Muzika-i Hümayun ve 1834’te Mekteb-i Ulum-ı Harbiye adıyla Fransız modelinde iki yeni okul eğitime başlamıştır.

II. Mahmut’un yenilikleri sosyal ve kültürel alanda da kendisini göstermiştir. İlk Türkçe Osmanlı gazetesi olan Takvim-i Vekayi 1 Kasım 1831’de haftalık olarak yayın hayatına başlamıştır. İlk nüfus sayımı, ilk karantina teşkilatı, askerî itfaiye ve posta sisteminin kurulması gibi yenilikler de bu dönemde gerçekleşmiştir. 1815’te idari merkez Topkapı’dan Dolmabahçe’ye taşınınca eski saray protokollerinin çoğu değiştirilmiştir. 1828’te asker için getirilen fes giyme kuralı, 3 Mart 1829’da çıkarılan kıyafet nizamnamesiyle ile ulema dışındaki bütün memurlar için zorunlu hâle getirilmiştir. Bu nedenle 1830’da Tunus’tan getirtilen ustalara Eyüp’te Feshane kurdurulmuştur. İlk buharlı gemiler bu dönemde envantere katılmıştır.

Sultan II. Mahmut’un ölümüyle ile Nizam-ı Cedit süreci kesin olarak bitmiştir. Bundan sonraki süreç, bir taraftan 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanlarıyla Batılı tarzda yenileşme hareketlerinin sürdüğü, diğer taraftan da buna muhalif çevrelerin güçlendiği, Avrupa’nın Osmanlı’nın iç işlerine müdahalesinin ise âdeta kurumsallaştığı ve nihayetinde devletin zayıflamasının büyük toprak kayıplarıyla hızlandığı bir dönem olarak öne çıkacaktır.

Uygulamalar

Yusuf AKÇURA’nın Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri (XVIII. ve XIX. Asırlarda), TTK Yay., Ankara 1988 ve Niyazi BERKES, Türkiye’de Çağdaşlaşma (Yay. Haz. A. Kuyaş), Yapı Kredi Yay., İstanbul 2010 adlı eserleri okuyunuz.

Kazanım:

  1. Osmanlı Devleti’nin gerileme ve duraklama dönemine girişinin sebepleri,
  2. Osmanlı’nın gerileme sürecinde Avrupa’nın durumu,
  3. Osmanlı’da reform ihtiyacının ortaya çıkışı kavranacak.

Uygulama Soruları

  1. Nizam-ı Cedit reformlarının başarısızlık sebeplerini değerlendiriniz
  2. Küçük Kaynarca Antlaşması’nın önemini değerlendiriniz.
  3. 1815 Viyana Kongresi’nin Avrupa için önemini belirtiniz.
  4. II. Mahmut dönemindeki askerî reformları değerlendiriniz.

Bölüm Özeti?

Bu bölümde kuruluşundan itibaren üç asır içerisinde üç kıtada hâkimiyet kuran ve büyük bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı Devleti’nin buhran dönemine girişinin sebepleri üzerinde durulmuştur. 18. yüzyılın sonuna kadar devam eden süreçteki siyasi ve sosyal olaylar ana hatlarıyla ele alınmıştır. Osmanlı’nın Avrupa karşısında gerilemesine etki eden unsurlara ayrıca değinilmiştir. Buhran dönemindeki ıslahat teşebbüsleri ve başarısız olunmasının sebepleri irdelenmiştir. Osmanlı’nın dağılma döneminin başladığı 19. yüzyıl gelişmeleri daha ziyade Avrupa tarzı reform çabaları ekseninde ele alınmıştır. Avrupa’da 1789 Fransız ihtilali ile toplumsal ve siyasi yapılar değişime uğrarken aynı dönemde Osmanlı’da Nizam-ı Cedit reform programı yürürlük kazanmıştır. Dönemin padişahı III. Selim ile dar bir kadro tarafından yürütülen yenileşme projesi, köklü ve kalıcı reformlara cesaret edilemediği için hüsranla son bulmuştur. Nizam-ı Cedit döneminde ortaya çıkan değişim iradesi kısa süre sonra II. Mahmut’un saltanatında tekrar gündeme gelmiştir. Bu dönemde reformların önündeki en büyük engel olarak görülen Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da kaldırılması ardından devlet sisteminde çok önemli değişimlere gidilmiştir. Gerek III. Selim dönemi yenilikleri ve gerekse II. Mahmut devri reformları sonraki dönemleri etkilemeleri bakımından değerlendirilmiştir. 

Yorumlar