Biyografi - Abdulhamit KIRMIZI

İnsan insanla ilgilenir, insanı ilgilendirir, ilişkisel bir varlıktır. Kendini başkalarının tecrübelerinden tanımaya, onlarla hayata anlam vermeye çalışır. Hayatın her yerinde başkalarının hikayeleri vardır. Biyografi (yaşamöyküsü) denilen yazı türü başkasının hayatını kayda geçirmekle ilgilenir. Biyografi bir hayatı yorumlayarak yazıyla anlatmaktır, onu bir metnin kalıbına sokmaktır. Bir  hayatın  yazılı  temsilidir,  inşasıdır,  canlandırılmasıdır,  sunumudur. Biyografi ya geçmişte yaşamış kişileri ya da yaşayan kişilerin geçmişini konu edindiğinden tarihçinin de ilgi sahası içindedir; bir insan hayatının tarihidir.


Kadim zamanlardan beri yazı kültürü olan her medeniyette örnek ha-yatlar kaydedilmiş ve yorumlanarak anlatılmıştır. İslam dünyasında biyografi çalışmalarının tarihi, hadis ilminin ve ulemasının kurumsallaşmasıyla başlatı-lır. Hadis tenkidi sayesinde Hazret-i Peygamber’in yaptıkları ve söyledikleri titizlikle tespit edilmiş ve hayatı başka anlatı gelenekleri de kullanılarak siyer ve meğazi kitaplarında öykülendirilmiştir. Cahiliye devrinde ahbarî denilen, eski haberleri nakleden nesep, şiir, kıssa ustası ve kabile tarihi uzmanı bir tür tarihçi, hem İslam tarihçiliğinin hem de siyer yazıcılığının, dolayısıyla biyog-rafların atasıdır. Sonra hadisçilerin gelişen titiz yöntemlerine ayak uydura-mayıp kaybolmaya başlayan ahbârîlerin teknikleri zenginleştirilmiş ve biyog-rafi mecmuaları oluşmaya başlamıştır. Tarihçilik de, sîret/siyer yazımı da dini ilimlerin kucağında gelişmiş, muhaddisleri, fakihleri, müfessirleri, sufileri, şa-irleri, dilbilimcileri, edipleri vs. içeren biyografik sözlükler eşzamanlı olarak erken bir dönemde gelişmiştir. Sîret/sîra, ahbâr, menâkib, tabakât, mu’cem gibi başlıklar İslam tarihçiliğinde olaylardan ziyade hayat hikayelerine ilgi duyulduğunu düşündürür. Tarih başlığı altında yazılan kitaplar çoğu zaman biyografilerdir. Araplarda her ismin aynı zamanda soyu, dolayısıyla aile ta-rihini içermesi (bin, binti: patronymics), zaten biyografi için hazır bir nüve teşkil eder.


Arap ve İran edebiyatındaki birikimi tevarüs etmekle beraber Orta Asya ve Selçuklu dünyalarında üretilen Saltukname, Cengizname, Timurname, Danişmendname, Battalname gibi eserlerden de gelen bir Türkçe biyografi geleneği Osmanlılar devrinde de sürmüştür. Peygamber ve evliya hayatlarını anlatan kitaplar yanında Süleymanname ve Selimname gibi bir padişahı ve devrini anlatan eserler verilmiş, birçok vekayiname padişah hayatlarını esas alarak yazılmış, bunların çoğunda anlatılan dönemin şahsiyetleri hakkında terceme-i hâl ve vefeyât pasajları eklenmiştir. 151Ancak klasik Osmanlı dev-rinde biyografi terceme-i hâlden ziyade terâcim-i ahvâl eserleriyle gelişmiştir. Müstakil bir hayatı anlatan kitaplardan daha fazla tabakât ve tezkire gibi top-lu biyografi lugatleri yazılmıştır.


20. yüzyıla kadar genellikle âbide şahsiyetlerin, devletleri ve orduları yöneten büyük adamların, kahramanların, kalpleri yöneten manevi şahsi-yetlerin, ermişlerin, eserleriyle medeniyetleri etkileyen alimlerin ve şairlerin hayatları yazılmıştır. Eleştirellikten uzak ve çoğunlukla didaktik olan bu bi-yografiler 19. yüzyılda “hayatı ve eserleri” başlıklı kuru ve resmi metinlere dönüşmüştür. “Büyük adamlar” ile sınırlı ve tarihi bunların yaptıklarından ibaret gören biyografi türü 20. yüzyılda modern tarihyazımı tarafından uzun müddet küçümsenmiştir. Sosyal tarihe yönelen 1980’lere kadar tarihyazımı sınıf, kitle, toplum, ulus gibi kolektif özneleri esas almıştır. Sosyal bilimler-de yapı-fâil dengesinin yapısal çözümlemeler lehine bozulmasının etkisiyle tarihçiler sosyal, ekonomik, demografik vb. motiflerin peşine düşünce, birey mücerret, edilgen ve etkisiz eleman olarak istatistiklerdeki rakamlarda veya büyük anlatılardaki kalabalık öznelerde eriyip kaybolmuştur.


Ancak tarih insansız düşünülemez ve anlatılamaz. Halide Edip’in deyi-şiyle, “biyografi tarihe insanî simasını verir.” Tarihyazımının özellikle postmo-dernist etkilerle yaşadığı değişim ve vardığı sentezler neticesinde 20. yüzyılın sonunda biyografi yeni bir itibar kazanmıştır. Tarihsel söylemin doğası dönü-şüme uğramıştır: ‘İnsanı çerçeveleyen şartlar’ yerine ‘şartların içindeki insan’; ekonomik ve demografik problemler yerine kültürel ve duygusal olanlar, dü-şünceler, inançlar, adetler önem kazandı. Sosyoloji, ekonomi ve demografi-nin etkisi yerini daha ziyade antropoloji ve psikolojiye bıraktı, tarihin öznesi topluluk yerine birey oldu. Katmanlı ve tek-sebepli izah modeli yerine etki-leşimli, bağlantılı ve çok-sebepli açıklama modelleri; metodoloji açısındansa bir grubun nicel değerlendirmesi yerine bireysel örnekleme; organizasyon açısından analitik yerine betimleyici yaklaşımlar değer kazandı. Tarihçinin fonksiyonu kavramsallaştırılırken bilimsellik yerine edebîlik öne çıktı.


Tarih yazımındaki dönüşüm 2000’den beri sözü edilmeye başlanan biyog-rafik dönemeç bağlamında özetlenecek olursa: 1980’lerde bellek etrafında dönen tartışmalar öznelliğe yapılan vurguyu güçlendirdi, pozitivist ve tarih-selci yaklaşımların verdiği rehaveti sarstı. Feministler kadının konvansiyonel belgelerle nüfuz edilemeyen tarihini sözlü ve biyografik kaynaklarla inşa etti. Pozitivist sosyal bilime karşı postmodernizm kimlik tartışmalarına getirdiği refleksivite yaklaşımıyla öznelliğin keyfiliğini öne çıkardı, toplumsal yapıların belirleyiciliğini reddetti. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, küreselleşmenin şiddetlenmesiyle, sınıf ve ulus gibi kolektif özneleri merkeze alan büyük an-latılar itibar kaybetti. İnsan ve toplum bilimlerinde biyografik yöntemlerin revaç kazanmasını sağlayan açı kaymasında, 1990’lardaki başka bazı geliş-melerin de etkisi oldu. Biyografi araştırmacıları anlamanın psikanalitik ve psikodinamik yapılarına eğilmeye başladı. Kültür yeniden keşfedildi ve tem-sili vurgulayan “kültürel çalışmalar”dan ziyade, fâillikle ilgilenen kültürel sos-yoloji önem kazandı. Ve tabii insanın kendine ve başkalarına sunabileceği bir hikaye inşa ettiği anlatısallığın yeni cazibesini de unutmamak lazım. 153Kısaca, Marksizmin ve Yapısalcığılığın (Strüktüralizm) krizinden faydalanan biyografi yeniden tarih disiplininin gönlünü kazandı. Tarihi insanlı yazmak 154geçer akçe oldu ve 2000’li yıllarda sadece biyografiye has birçok araştırma merkezi kuruldu, lisansüstü programları açıldı, dergiler çıktı, bilimsel toplan-tılar yapıldı ve yapılıyor. Bütün bu gelişmeler son kırk yıldır farklı akademik disiplinlerin -ama özellikle de biyografi türünü asıl sahiplenen edebiyat ile tarihin- sınırlarının esnemesiyle de alakalıdır. Artık biyografi disiplinler arası çalışmaya velut imkanlar tanıyan bir müşterek sahadır.


Biyografi “Yorar”


Biyografi insanı yorar. Bunun iki anlamı vardır: 


1. Biyografi bir yorumdur; hayatı yazılan kişiyi yorumlar. Onun farklı deneyimlerini yakalamaya, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Yazar mal-zemeyi olduğu gibi aktarmaz, seçer ve kendince düzenler, adeta bir aranjman yapar. Sebep-sonuç ilişkileri kurar, neyin önemli olup olmadığına karar verir. 

Tercüme, bir sözü nasıl bir dilden başka bir dile çevirmekse, terceme-i hâl de bir hayatı okuyucunun anlayacağı dile çevirmektir. Tam bir tercüme hiç olamayacak ve her çeviren muhakkak kendi yetkinliğine göre başkasın-dan başka çevirecektir. Yazarın eğitimi, ideolojisi, toplumsal kökeni, sınıf ve statüsü, mesleği, özel hayatı, kendi hayat deneyimi bu yorumda önemli bir yer tutar.  Bu yüzden “biyografide iki kişinin hayatı vardır” denir. Yazar, bütün bu müktesebatıyla, başkasının hayatından geriye kalan malzemeler arasın-da kendince anlamlı bağlantılar kurmaya çalışır. Elbette bu çalışmayı zama-nın ve türün akademik paradigmalarına, bilimsel konvansiyonlarına ve okur beklentilerine uygun şekilde yapar. Ancak bütün bir karmaşık bilgi yığınının bir hayat düzeninde organizasyonu, bir anlatı olarak inşası mutlaka öznel bir seçmece, kurmaca ve düzenlemece gerektirir. Bu yüzden farklı yazarlar farklı zamanlarda aynı kişi hakkında farklı portreler çizer. Yazar hayat hikayesini görünmeyen, zamanının ruhunda yüzen, çoğunlukla kendisinin dahi bilmedi-ği ideolojik erekler etrafında örer. Yazar akvaryumdaki balık gibi hangi kül-türel, tarihsel ve toplumsal sularda yüzdüğünün farkında değildir; yaşadığı çağ yazdığı biyografinin alt metnidir. Biyografi mutlaka günün anlayışlarının, söylemlerinin sınırları içinde kurgulanır.


Öte  yandan,  biyografik  özne,  modern  hümanist  birey  tasavvurunun tanımladığı gibi yeknesâk, tutarlı ve değişmez bir benliğe ve kimliğe sahip değildir. Hayat mantıklı bir kurgu gibi doğrusal ilerlemez. Çelişkilerle dolu dağınık  deneyimler  çeşitliliğine  anlatırken  bütünlük  ve  tutarlılık  veren yazarın kendisidir. 155Bunu yaparken, özellikle de kişiye sosyal ve siyasal kimlikler biçerken dikkatli olmalıdır. İnsan değişik zaman ve durumlarda farklı kimlik parçaları ödünç alabilir, kendisine pastiş bir kişilik derleyebilir, sosyal bir bukalemun olabilir. Kimlikler akışkandır, hem kendileri hem onları taşıyan kişiler değişir. Kimlik hakkındaki ifadeler mutlaka öznenin geçirdiği dönüşümü yansıtabilmeli, onu tek bir kompartımana hapsetmemelidir.


2. Biyografi yorucudur; hayatı yazan kişiyi yorar. Yazarından kendi sos-yal hayatında başka insanlar hakkında dikkatli bir gözlemci olmasını ister. Yazarın yazdığı kişiyle kimseyle olmadığı kadar bir yakınlığa girmesi gerekir. Birinin hayatını yazmak, yıllarca sürebilen, adını her yerde dikkatle araması-na sevk eden bir tutku ve hatta saplantı gerektirir. Yazdığı kişi yazara musal-lat olmalı, belki onun rüyalarına girmelidir.


Yazar kendi hayatında yorulmadan başka hayatları yormaya hazır değil-dir. Kendi hayat tecrübesi arttıkça, başka hayatları gözlem ve yorum yeteneği de artar.


Akademisyenler, hele tarihçiler, genellikle hayat yazımının gerektirdiği altyapıdan yoksun olarak yetişir. Halbuki biyografın âlet-edevât kutusu bir-kaç mesleğe yetecek kadar kalabalık olmalıdır. Tarihçi olmak yetmeyecek-tir, mütercim-i hâl’in edebiyattan, psikolojiden, sosyolojiden, coğrafyadan, kısaca bütün insan ve toplum bilimlerinden biraz haberdar olması lazımdır. Dahası, hayatı yazılan kişinin eğitimi, mesleği ve kariyeriyle ilgili alanları da öğrenmesi gerekecektir. Tarihçinin, hayatını yazdığı kişinin hüviyetine göre siyasi ve idari tarih, ya da kültür, zihniyet, hatta müesseseler ve şehir tarihi gibi tarihin alt dallarına da dalması kaçınılmazdır.


Biyograf muhakkak evvelkilerin kişi hakkında yazdıklarını, tabiri caizse esâtîrü’l-evvelîn’i bilmeli, ancak düşünüşünde, kompozisyonunda, öznesini inşa faaliyetinde bunların yanıltıcı etkilerinden korunabilmelidir. Biyografi-nin özgün olmalıdır, ancak hayatı yazılan kişi istisnai bir şahsiyet olmak zo-runda değildir. Bilakis, günümüzde akademik biyografilerin öznesinin içinde yaşadığı ve mensubu bulunduğu zamanı, mekanı, çevreyi, mesleği, sınıfı, top-lumu, kültürü, ülkeyi, devleti veya medeniyeti temsil kabiliyeti önemli görül-mektedir. Yaprak ve ağaç, ağaç ve orman misali, birey temsil ettiği daha geniş bir dünyayı daha derinden anlamayı sağlar. Tersi de doğrudur;  Dilthey’in de-diği gibi, “partikülü anlamak bütünü bilmeye bağlıdır.” Biyografi yazmak kişiyi bir dönem hakkında ustalaştırır. Ancak bir dönemin ustası olduktan sonra yazılan biyografi gibisi de yoktur.

Tarih ve biyografi ayırt edilemeyecek derecede iç içedir. O halde tarih usulü için geçerli bütün kurallar biyografi için de geçerlidir. Biyografiyi mi-henge vuracak ayrı bir mizan ve saf bir metodu yoktur. Yazılan biyografiler sayısınca biyografi metodu vardır. Hatta denebilir ki, biyografi bizatihi bir usuldür. Her biyografi türün standartlarını ve sınırlarını yeniden belirler. Her biyografi kaynaklarla tür/janr arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlar. Zaten tü-rün tanımlanması her zaman eserler yazıldıktan sonra gelir, yani terminoloji pratikten sonra gelir. Bir yaşamı öykülemek her defasında yeni bir deney ve deneyimdir, hatta maceradır. Biyografinin kimin hakkında yazıldığıyla doğrudan ilişkilidir yöntem. Bir devlet adamınınki bir şairin, bir hükümdarınki bir eşkıyanın, bir patronunki bir işçinin hayatını yazma yöntemine benzeme-yecektir. Biyografinin hangi okur kitlesini hedef aldığı da yöntemde belirle-yicidir.


Kitaplar, şahsi evrak, resmi yazışmalar, mektuplar, not defterleri, günlükler, hatırat, otobiyografi, fotoğraflar, filmler, sosyal medya hesapları, faturalar, imeyller, binalar, eşyalar, karikatürler, gazeteler, dergiler, ölüm ilanları... Biyografi hayata dair bütün bu kalıntılardan, bu bilgi mezarlığından bir hikaye çıkartmaktır. Tozlu kuru bilgilerin kanlı canlı hale getirilmesi sırasında gerçekle sanat arasındaki ahengi sağlamak biyografın en zor işidir. Hem malzemeye ihanet etmemeli, hem belgenin katı diline yenik düşerek sanatkârâ-ne bir üslûbu feda etmemelidir. Dramatik kurguya izin vermeyen akademik kodlar eseri okuyucusuz bir bilgi yığınına çevirir. O yüzden birçok akademik biyografi referans kitabı olarak kalır, zevk için okunan bir kitap seviyesine yükselemez. Biyografinin aynı zamanda sanat olduğu unutulmamalı, zanaat kısmının mükemmelliğiyle yetinilmemelidir. Yazar akademik kimliğini yeri geldiğinde unutmasını bilmeli, metne okuyucu açısından bakabilmelidir.


Üslup ve ihtisas okudukça ve yazdıkça gelişecektir. Biyografın usta ellerden çıkma çokça biyografi okuması, müstakil bir biyografi yazmadan önce küçük biyografik denemelerle kalem temrînleri yapması elzemdir.


Nasıl Biyografi Yazarsın?


1. SEÇ. En kolayı kimi yazacağına karar vermektir: Aramana gerek yoktur, o seni bulur. Seni cezbetmeyen konuya henüz hazır değilsindir. Yazma ihtiyacı duymuyorsan yazma. Hakkını vermeyeceğin işe hiç girişme. Yeteneğini ve birikimini göz önünde bulundurarak kendine sor: Bunu yazabilecek doğru kişi ben miyim? 


2. KARARLI OL. Kararlıysan, yazacağın kişi artık hayat arkadaşındır: 7/24 kafanda olacak, hep onu düşüneceksin, rüyalarına girecek. Tekrar sor kendine: Emin misin? 


3. OKU. Onunla ilgili daha önce yazılmış her şeyi oku, yazılmayan ve yanlış yazıldığını düşündüğün yönlerini tespit et. Okumalarını genelden özele doğru yap, mesela ansiklopedilerden başla. Kaynağa asla güvenme; suçsuzluğu ispat edilene kadar maznûndur. Okuduklarından, gözden geçirdiklerinden bir kaynakça hazırla, gerekirse hangi sayfaların önemli olduğunu belirten özet notlar tut. Kafanda var diye rehavete kapılma, mutlaka yazıya dök. Yazdıklarını mutlaka yedekle, hatta başka bir bilgisayarda kopyası bulunsun. 

4. İSKELET KUR. Bu kararlar ışığında yazının akışını yönlendirecek esnek bir iskelet kur, geçici basit başlıklar sırala. Bu düzen kronolojik de olabilir, hayatın veya zamanının dönüm noktalarına göre de olabilir. 


5. DOSYALAR AÇ. Düzenlediğin iskeletteki başlıkları ayrı Word belgeleri olarak aç ve kaynakları okudukça ilgili malzemeyi alıntı ya da anlatı olarak yerine kaydet. Kaydettikçe alt başlık ihtiyaçları da doğacaktır.


6. ARŞİVE GİT. Arşive ancak açık kaynakları tükettikten sonra git. Temel bilgilere sahip olmadan belgelerde boğulmak siyâk-sibâkı anlayıncaya kadar gereğinden fazla yoracaktır. Öte yandan, ulaşılan her yeni bilgi-belge araştırmacıyı hikayesini yenileyen bir döngüye sarmalı, yeni bağlantılar kurarak başka bilgi-belgelere savurmalıdır. 


7. FORM SEÇ. Henüz kullanılmamış kaynaklarla yeni neler söyleyebileceğini düşün. Kaynaklar biyografinin mahiyetini ve sınırlarını belirler: Bütün hayatı mı, sadece bir yönünü mü? Makale mi, kitap mı? Akademik mi, popüler mi? 


8. ÖYKÜLE. Alt başlığın altındaki malzeme yeterince biriktiğinde kopuk parçaları birleştir, malzemeyi mantıklı bir öyküye büründür. Yavaş yavaş iskeletin kemiklerine etler, kaslar, damarlar giydirilmeli.  


9. İLGİLİLERİ GÖR. Yazılı bütün malzemeyi genelden özele tespit edip kullandıktan sonra, kişinin yaşayan akrabaları, dostları varsa sözlü görüşmeler yap. Ellerinde kişisel evrak/obje olup olmadığını mutlaka sor. İmkanın varsa yaşadığı yerleri ziyaret et ve fotoğraf çek. 

10. AKADEMİK ÇALIŞ. Tarihçi olarak biyografi yazarken öyküleme aslında senden beklenen bilimsel konvansiyonları unutma. Referans siste-min, tabirlerin, transkripsiyonların sarih ve tutarlı olsun. Dipnotlarında-ki sayfa numaralarını kaydetmeyi erteleme, aynı işi iki defa yapma. 


11. BİRLEŞTİR. Sonunda ayrı üniteleri birleştir ve öyküyü bütünlediğinde kalan boşlukları, uyumsuzlukları, tekrarları düzelt. Metnin organizasyonu sürekli değişecektir, sorun değil. Deneme-yanılma ile ilerlemek türün ruhunda var. 


12. DEMLE. Bütün malzemeye hakim olduktan sonra yeni fikirler, sorular, sorunlar ve bağlantılar bulacaksın. Daha önce yazdıklarını yargıla, şüpheyle tekrar oku, Üşenme, eski yazdıklarını yeniden yazmaktan çekinme. 


13. ÜSLUPLU OL. Cümlelerini damıt ve arıt. Başlık ve giriş bölümü benzersiz, her bölüm diğerinden ayrı okunabilir olsun. Sonuç bölümünde karakteri toparla.


Örnek Metinler


Ömer Seyfettin’in hikayeciliğini anlamak, kişilerine, temalarına, sanatı-na işleyebilmek için yirminci yüzyılın ilk yirmi yılı içindeki tarihi olayları göz-den geçirmek, Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya Savaşı olaylarını, imparatorluk yıkılırken Türk aydınlarının ruh ve düşüncelerini, politik akımlarını izlemek gerekiyor. Bu kitapta onun yaşadığı çevreler anlatılırken, o çevreleri etkileyen olaylara da yer verilmiş, bu olayların Ömer Seyfettin’e ve çevresin dekilere nasıl yansıdığının tasvirine önem verilmiştir. Aslında eski ‘terceme-i hâl’ ile ‘biyografya’ arasındaki önemli fark da bu noktalarda bulunmaktadır. Biyografya, insanı soyut bir boşlukta değil, çağı, yeri ve ilişkileri içinde belirlemeye çalışan bir türdür. Biyografyada anlatılan yalnız olayların iskeleti değil, insanoğlunun, zaman ve çevre içindeki bağlantıları ile çatışarak yürüyüşünü tasvirdir. Bütün bu bağlantıların ona işlemesini eserlerine yansıması-nı, düşüncelerini etkilemesini, eserlerinin yazılmasında ‘olay-eser’ ilişkilerini tasvir etmektir.

Tahir Alangu, Ömer Seyfettin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı, May Yayınları, İstanbul 1968, s.15.


Örnek 2 


Çocukların doğumları dolayısıyla yine tebrikler sunuluyor, bazen tebdîle çıkılan bir günde kolluklara atıyyeler dağıtılıyor ve Enderûn’da Beşik Alayı yapılıyordu. Şehzâde ve sultanlarla ilgili olarak sarayda uygulanan çeşitli merasimler (bed-i ta’lîm-i Kur’ân, bed-i tırâş, hatm-i Kur’ân vs.) ile başta sadrâzam olmak üzere onlara verilen hediyelere, bunların cevaplarına dâir müteferrik bilgiler bulunmaktadır. Şehzâde Mustafa’nın yedi yaşından iki ay alır almaz sabahleyin namaza başlatılması, Şehzâde Mahmud’un Cuma selamlığına ilk çıkarılışının kaydı, sarayda uygulanan belirli bir takvimin ve pek bilinmeyen “mu’tâd”ların varlığını ortaya koyan iki örnek olarak dikkat çeker.


Onlara verdiği ve belki uygun gördüğü isimlere bakıldığında, Abdülhamid'in dindar yapısını yansıtan, gelecekte benzemelerini istediği kimselere dair niyetini de ortaya koyan ipuçları elde edilebilir. İlk üç çocuğunun adları Hz.Peygamber’e ve ailelerine aittir (Abdullah, Hatice, Mehmed). Babasının (Ahmed), annesinin (Rabia, ilki vefat ettiğinden iki kez) ve kardeşlerinin (Esma, Mehmed, Saliha, Süleyman, Mustafa) isimleri, yine Hz.Peygamber ve nesliyle ilgili (Ayşe, Fâtıma, Mehmed, Mustafa, Amine, Saliha, Rabia) adları söz konusudur. Emine şekline dönüşen ve Hz. Peygamber’in validesinin ismi olan Amine’yi padişah bu şekilde ve bu niyetle verdiğini yazmıştı. Bu isimler daha başka bakışlarla da değerlendirilebilir ve mesela hanedanın büyük pa-dişahlarına (Mehmed, Süleyman), Başkadın Ruhşah’a (Hatice) atıflar ara-nabilir. Doğumda isimlerle birlikte mahlas konulması seleflerine kıyasla az örnekli bir uygulama idi (Mehmed Nusret, Murad Seyfullah, Mahmud Adlî). Bu yüzyılın başından itibaren gelişen “abd” köküyle isim verme adetini o da izlemişti (Abdullah, Abdurrahim, Abdülaziz).


Fikret Sarıcaoğlu, Kendi Kaleminden Bir Padişahın Portresi: Sultan I. Abdülhamid (1774-1789), Tarih ve Tabiat Vakfı, İstanbul 2001, s.21-22.

Yorumlar