Osmanlı Ekonomi 1
Vergi
Günümüzde vergi, devletin kamu giderlerini karşılamak üzere kişilerden cebren ve karşılıksız olarak topladığı ekonomik değeri ifade eder. Belli bir kamu hizmetine karşılık olmadan alınması vergiyi harç ve resim gibi diğer kamusal malî yükümlülüklerden ayırır. Vergi, devletin malî gücünü meydana getiren temel kaynak kişilerin de temel vatandaşlık görevi olduğundan modern hukuk, iktisat ve maliyenin yanı sıra siyaset ve kamu yönetiminin de ana konularından birini teşkil etmiş; vergilendirme süreci, vergi yetkisi ve bu yetkinin dağılımı, vergi mükellefi, verginin tarh, tebliğ, tahakkuk ve tahsili açısından geçmişe oranla daha kapsamlı ve sistemli aşamaya gelinmiştir. Önceleri bireylerin ortak harcamalara gönüllü ve yardım niteliğinde katılımı ile başlayan ve devlet teşkilâtının oluşmasıyla genel nitelikte ve zorunlu bir yükümlülüğe dönüşen, bu sebeple toplumların tarihi kadar eski bir geçmişi bulunan verginin İslâmî öğreti ve uygulamadaki yerinin kavranabilmesi için bu konuda geliştirilen terminolojinin, fakihlerin geliştirdiği teorilerin ve başlangıçtan zamanımıza kadar çok sayıda İslâm devletindeki uygulamaların ele alınması gerekir. Belli bir döneme ve uygulamaya göre yapılan değerlendirmelerin kurumsal gelişmeleri bütünüyle yansıtması mümkün olmadığı gibi sadece İslâmiyet’in ortaya çıktığı dönemi incelemek de yeterli olmayacaktır. Vergiyle ilgili terminoloji ve doktrinle uygulama arasındaki etkileşim ve öncelik-sonralık ilişkisi, her bir vergi türünün meşruiyet sebebi ve şer‘îliği, ibadet niteliği taşıyıp taşımadığı hususları da yapılacak değerlendirmelerde son derece önemlidir.
İslâm coğrafyasının genişlemesine ve uygulamanın çeşitlenmesine paralel olarak vergi konusunda da zengin bir terminoloji ortaya çıkmıştır. Klasik kaynaklarda nasla belirlenenler dışındaki vergiler için meks, darîbe, vazîfe, nâibe (daha çok Hanefî kaynaklarında), külef sultâniyye (daha çok Hanbelî kaynaklarında, Osmanlılar’da ise tekâlîf), resm (rüsûm), avârız, bâc terimlerine rastlanır.
Osmanlılar. Osmanlılar’da vergiyle ilgili yükümlülüklere işaret eden çok sayıda terim vardır. Kaynaklarda daha çok “virgü” olarak geçen kelime, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren (1855’ten sonra) bugünkü şekli ve kapsamıyla kullanılmaya başlanmıştır. Klasik dönemde vergi vb. yükümlülükleri ifade etmek için kullanılan en yaygın terim teklif/tekâlîf kavramıdır. Tekâlîf vergi, resim gibi nakdî, aynî ve bedenî yükümlülükleri içerecek biçimde geniş kapsamlıdır ve tekâlîf-i şer‘iyye, tekâlîf-i örfiyye diye ikiye ayrılır. Tekâlîf-i şer‘iyye zekât, öşür, haraç ve cizyeden ibarettir (Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavaidi, s. 4-8, ayrıca bk. tür.yer.). Tekâlîf-i örfiyye ise tekâlîf-i âdiyye ve tekâlîf-i şâkka olarak iki çeşittir (Süleyman Sûdî, s. 24). Tekâlîfle ilgili bir başka taksimde ise tekâlîf-i şer‘iyye - tekâlîf-i fevkalâde ayırımı yapılmış ve “devletin olağan üstü ihtiyaçları için hükümdarın emriyle vazolunan teklif” şeklinde tanımlanan tekâlîf-i fevkalâde de tekâlîf-i örfiyye ve tekâlîf-i şâkka kısımlarına ayrılmıştır. Tekâlîf-i örfiyye savaş dolayısıyla hazinede yeterli gelirin bulunmamasına dayalı olarak “tekâlîf-i âdiye kavâidine tevfîkan tarh ve tahsiline mesâğ-ı şer‘î bulunan teklifler”, tekâlîf-i şâkka ise “böyle bir ihtiyaca müstenid ve tekâlîf kavâidine muvâfık olmayan ve binaenaleyh vaz‘ ve tahmiline cevâz-ı şer‘î bulunmayan teklifler”dir.
Osmanlı vergi literatüründe resim ve avârız gibi genel terimlerin yanında bir kısım vergilere işaret eden bâc, bâd-ı hevâ, hâsılat, bedel, câize, iâne gibi terimler de kullanılmıştır. Bâc Osmanlılar döneminde genel olarak vergi, özel olarak ise şehir pazarlarında tahsil edilen resimler veya ticaret mallarından alınan vergileri ifade etmektedir. Bâd-ı hevâ, ne zaman tahakkuk edip tahsil edileceği belli olmayan zuhurata bağlı bazı resimleri belirtmek için kullanılmıştır. Hâsılat, hem şer‘î hükümler hem kanunlar gereğince alınan her türlü gelir ve rüsûmudur. Bedel verginin veya mükellefiyetin cinsini gösteren kelime ile birlikte kullanılır ve onların karşılığı anlamını taşır (bedel-i askerî gibi). Câize adıyla yapılan ödemeler önceleri (XVI. yüzyıl sonlarından itibaren) taşraya ve merkez idarî birimlerine yapılan tayinler için söz konusu iken zamanla bu ödeme düzenli bir gelir vergisine dönüşmüş, ancak 1830’da kaldırılmıştır. XIX. yüzyılda bazı olağan üstü giderler için iâne adı altında halktan maddî yardımlar toplanmıştır.
Bu dönemde fethedilen araziler mîrî arazi şekline sokulup zekât, öşür, haraç ve cizye gibi şer‘î vergiler karşılığında aynî veya nakdî birçok resim belirlenip tahsil edilmiştir. Her bölgenin tahririnden sonra o bölgeye has vergiler yine o bölgeye ait kanunnâmelerle tesbit edilirdi. Kanunnâmelerde geçen birçok vergi esasen öşür ve haraç karşılığı alınan resimlerdir ve isimleri mahallî kullanımlara göre farklılaşmıştır; zekât, öşür, haraç ve cizye mukabili tarh ve tahsil edilen seksen adet resim mevcuttu (Abdurrahman Vefik, Târîh-i Mâlî I-II, s. 118-123). Osmanlı Devleti’nde ilk vergi olarak Osman Gazi zamanında uygulanan “bâc-ı pazar resmi” gösterilir; ancak bu bilginin sıhhati şüphelidir. Malî teşkilâtın Orhan Bey zamanında gelişmeye başladığı kabul edilmektedir. Halil İnalcık’a göre Osmanlı Devleti’nde temel vergi ve toprak sistemi çift resmi, çiftlik vergisi veya çifthâne sistemi tabirleriyle ifade edilebilir. Çifthâne sistemi bunu tesbite yönelik arazi, vergi ve hâne sayımlarıyla belirlenir. Burada vergiye esas birim hânedir. Hâne ayrıca fevkalâde hallerde alınan tekâlîf türü (avârız) vergiler için de bir malî birim niteliği taşıyordu. Osmanlılar örfî vergi ve yükümlülüklerin çoğunu çift resmiyle ilişkili hâne esasına göre rüsûm, tekâlîf-i örfiyye ve avârız-ı dîvâniyye sistemi adı altında sürdürüyordu (İnalcık, Doğu Batı, s. 96).
Osmanlı vergi sisteminin temel ayırıcı vasfı kanunîlik ilkesini önemli ölçüde gerçekleştirmiş olmasıdır. Avârız tipi olağan üstü vergiler ve örfî vergilerin birçoğu ferman, berat ve kanunnâmelerle konulurdu. Osmanlı hukukunda tekâlîf-i örfiyyenin başlangıcı olarak 915’te (1509) yürürlüğe konulan avârız vergisi uygulaması gösterilirse de bunun daha eskiye dayandığı muhakkaktır. Burada kastedilen yeni bir tür avârız vergisinin ihdasıyla ilgilidir. Ardından seferlere destek için yapılan tekâlîfe “imdâdiyye-i seferiyye” denilmiştir. Nüzül gibi bir kısım tekâlîf-i örfiyye başlangıçta bedeli hazineden ödenerek halktan temin edilmekte iken daha sonra tekâlîf-i örfiyye olarak yerleşmiştir. Tekâlîf-i örfiyyenin zamanla ahali üzerine ağır bir yük yüklediği, yolsuzluk ve kuralsızlık neticesinde halkın ezildiği Osmanlı malî literatüründe ifade edilir. Özellikle mahallî idarecilerin çeşitli adlarla halktan topladıkları gayri kanunî vergiler (tekâlîf-i şâkka) devletin her zaman önlemeye çalıştığı başlıca meseleyi oluşturmuştur. Tekâlîf kavramı içerisinde yer alan yükümlülüklerden biri de çeşitli muamelelerden alınan harçlardır. Bu harçlar arasında en bilineni mahkeme harcı olup ilk defa I. Bayezid zamanında uygulanmıştır. Tanzimat öncesinde “harc-ı i‘lâm, mübâşiriyye, tahsildâriyye, kalemiyye” gibi örfî vergiler yanında şer‘î mahkemelerde kadıların verdikleri belgelerden değişik isimlerde alınan harçlar mevcuttu.
Tanzimat dönemiyle birlikte vergi zihniyetinde, sisteminde ve uygulamasında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Tanzimat başlangıçta kısmî bir alanda uygulanmış olsa da örfî vergilere, iltizam usulüne, angarya ve aynî yükümlülüklere son verme çabaları, maliyede merkezîleşme, vergi tasnif biçimlerinde değişim, yeni vergi konuları ve tahsil şekilleri oluşturma dönemin karakteristik vasfı olarak kendini gösterir. Bu dönemde geniş yetkili tahsildarlar görevlendirilerek herkesten kazanç ve emlâkine göre vergi alınması hedeflenmiştir. Vergiyle ilgili yükümlülüklerin kanuna uygun biçimde yerine getirilmesi için birtakım hukukî düzenlemeler yapılmıştır. Tanzimat’la birlikte tekâlîf farklı bir tasnife tâbi tutulmuş, vasıtalı ve vasıtasız vergi ayırımı ortaya çıkmıştır. Vasıtasız vergiler emlâk, arazi, patent, temettû ve eşhas vergileriyle bedel-i askerîdir. Vasıtalı vergiler ise resim adıyla anılan mezrûât, hayvanât, gümrük, damga, müskirât ve saydiye resimleridir. Tanzimat’ın önemli bir başka yeniliği de 1840 yılında toplam vergi miktarının yerel meclislerce halkın malî durumuna göre hâne başına tevzii şeklinde (an-cemaatin) bir uygulamaya geçilmesidir. 1856 Islahat Fermanı’nı takiben yeni reformlar yapılmış ve 1275 (1858-59) yılında “an-cemaatin” vergi uygulaması kaldırılarak yerine nisbî nitelikli emlâk, arazi ve temettû vergileri getirilmiştir. Devletin sona ermesine kadar varlığını koruyan âşârla ilgili yapılan tek değişiklik âşâr oranının devletin her tarafında sabitlenmesidir. Ayrıca âşârın tahsilinde kullanılan usuller değişikliğe uğramıştır. Tanzimat’ta âşâr vergisi emanet usulü, maktûan ihale, açık arttırma usulüyle iltizam veya bu usullerin farklı bölgelerde birlikte uygulanması yoluyla tahsil edilmeye çalışılmıştır.
Osmanlı vergileri içerisinde önem taşıyan bir diğer vergi gümrük resimleridir. Hazine adına hususi memurlar vasıtasıyla toplanan bu vergiler, Tanzimat öncesi hem yurt dışına ihraç edilen hem de oradan ithal edilen mallar yanında imparatorluk sınırları içerisinde deniz ve kara yoluyla bir yerden bir yere nakledilen mallardan da alınıyordu. Tanzimat’la birlikte bu konuda da önemli gelişmeler olmuş, 1838 ticaret anlaşmalarıyla yabancı tüccarlar dâhilî gümrük resimleri kapsamından çıkarılmıştır. Mahallî örfe ve mal çeşitlerine göre farklılık gösteren gümrük vergisi oranları 1859 yılında her mal için % 12 olarak uygulanmaya başlanmıştır. 1874’te ülkedeki bütün kara gümrükleri kaldırılmış, iskelelerde alınan dâhilî gümrük resimleri devam etmiştir. İskelelerdeki gümrük resmi de 1909-1910 yılına ait bütçe kanunuyla kaldırılmıştır (Şener, s. 145-149). Tanzimat’ta nitelik farkı gösteren bir uygulama da damga resmiyle ilgili olup önceden mâmul mallar, kumaş, altın, gümüş ve bakır kaplar, at nalları ve ölçü-tartı aletlerine damga vurularak bu vergi tahsil edilirdi; bir kısım hukukî işlem ve mukavelelerde devletçe basılan kâğıtların kullanılması veya pul yapıştırılması yoluyla damga resmi alınmasına 1845’te başlanmıştır.
Vergi uygulaması açısından işaret edilmesi gereken hususlardan biri de hukuken malî işlerinde özerk olan bölgelerdir. Osmanlı Devleti buralarda tahsil edilen vergilere karışmaz, ancak bu idareler merkezî devlet hazinesine yıllık maktû bir tutar öderlerdi. Mısır bu uygulamanın en iyi örneğidir. Merkezî idareye bağlı olmakla birlikte Tanzimat reformlarının uygulanmadığı, eski vergi düzenlerini koruyan müstesna bölgeler vardı. Reformların uygulandığı yerlerde yürürlüğe konulan pek çok vergi buralarda tahsil edilmezdi. Hicaz ve İstanbul gibi vergi ayrıcalığı tanınan bölge ve şehirler de vardı. Klasik dönemde vergilerden muaf olan İstanbul’dan Tanzimat devrinde de “an-cemaatin” vergi, emlâk ve temettû vergileri, âşâr ve ağnâm resimleri gibi vergiler alınmıyordu. Ancak Kānûn-ı Esâsî’nin yürürlüğe girmesinin ardından eşitlik ilkesi gereği bu konuda değişiklikler yapılmıştır. Bu tür uygulamalar, klasik dönemde şehir ve köylerde yaşayanların toprak sahibi olarak yaptıkları üretim şekillerine dayanıyordu. Şehirli statüsünde olanların farkı toprakları eken köylü-çiftçi gibi şahsî vergileri ödememeleriydi. Fakat yetiştirdikleri ürünlerin vergilerini timar sistemi içinde verirlerdi.
Modern vergi hukuku terminolojisiyle ifade edilmese bile Osmanlı hukukunda vergiyle ilgili tarif, taksim ve esaslar belli usullere ve sınıflamalara dayanmaktadır. Osmanlı hukukunda vergilendirme sürecinin basamakları olarak matrah, kaide, tevzi ve tahsil aşamaları gösterilmiştir. Matrah verginin tarhedildiği şahıs veya maldan ibaret olan mahaldir. Matrahı şahıs olursa, kişinin serveti veya yıllık geliri nazara alınarak ödenecek miktar tesbit edilir ve vasıtasız şekilde mükelleften tahsil edilirse buna “tekâlîf-i bilâ vasıta” denilir. Matrah mal olursa bu durumda vergiyi ödeyecek şahsın sermayesi dikkate alınmayıp maldan peşin olarak alınan vergiye “tekâlîf-i bi’l-vasıta” adı verilir. Verginin kaidesi, verginin tarhedildiği eşya ve malların kıymetinin tayin ve tahmininde uygulanan esası (mikyası) gösterir. Tevzi ise umumi servetten alınacak vergi hissesinin mükelleflere taksimi demektir. Verginin tevzii ya bir topluluğun (mahalle veya köy) ya da bir şahsın serveti üzerine olur. Bir topluluk üzerine tevzi edilen vergiye kasâme, köyce tahsili mukarrer vergi, urbân ve aşâyir mal-ı maktûu gibi adlar verilir. Verginin tahsili de niteliğine göre değişir. Esas itibariyle tahsil tarh olunan vergi hissesinin vakti geldiğinde mükelleften alınmasıdır. Tanzimat dönemindeki düzenlemelere göre tekâlîf vergi kısmından her şahsın vergi borcu on iki takside bölünerek tahsil edilirdi. Tekâlîf rüsûmat kısmından ise vergi aynen veya bedelen hemen alınırdı. Resimlerin takside bağlanmamasının sebebi rüsûmatın daima gelip geçici mal üzerinden alınan tekâlîften olmasıdır.
Osmanlı kanunlarında birçok verginin tahsil zamanları belirtilmiştir. Meselâ imdâdiyyeler için rûz-i hızır ve rûz-i kāsimda iki taksitte ödeme imkânı getirilmiştir. Taksitlerin bu iki aya yayılması Osmanlı vergi uygulamasında yerleşmiş bir uygulamaydı. Bağ resminin alınma zamanı hemen hemen imparatorluğun her tarafında bağ bozumudur. Bahçe ve bostan resimlerinin alınma zamanı da her mahsulün kemale eriştiği ve toplandığı mevsimdir. Bennâk, boyunduruk, çift ve duhan (tütün) resimlerinin alınma zamanı ise mart başıdır.
Tanzimat öncesinde Osmanlı Devleti’nde uygulanan vergiler miktarları itibariyle çok sayıda idi; ayrıca tarh ve tahsil usulleri tek tip olmadığından Tanzimat fermanıyla bunlar kaldırılmış ve tek bir adla vergi konulmuştur. Bu dönemde yapılan düzenlemelere göre devletçe toplanacak verginin matrahı ikiye ayrılmış, bunun biri arazi ve müsakkafât (ev, hâne) üzerine, diğeri şahıslar üzerine tarhedilmiştir. Matrahı arazi ve müsakkafât olan vergiye emlâk vergisi, matrahı şahıslar olan vergi de ikiye ayrılarak biri temettû vergisi, diğeri bedelât-ı askeriyye adını almıştır. Tanzimat döneminde kabul edilen prensiplere göre verginin usulüne uygun biçimde gerçekleşmesi için öncelikle kişinin serveti ve ödeme gücüyle orantılı olması, verginin miktarının ve ödeme zamanının önceden belirlenmesi, verginin mükellefi sıkıntıya sokmayacak bir şekilde tahsil edilmesi, vergi toplamak için yapılacak masrafların en aza indirilmesi ve mükellefe vergi borcunu ödemekten kaçınma imkânının verilmemesi gerekir. Sonuç olarak Tanzimat döneminde yapılan reformlarla Osmanlı-Türk vergi sistemi modern vergi sistemine doğru önemli aşamalar kaydetmiştir.
TEKÂLÎF
Sözlükte “yükümlülük” anlamına gelen teklîf kelimesinin çoğulu olan tekâlîf devletin talebini ifade etmek için belgelerde tekâlîf-i emîriyye şeklinde de geçer. Toprak, hayvan mahsulleriyle arazi, bina vb.nden alınan vergi ve resimler tekâlîf-i emîriyyeden sayılır. İslâm devletlerinde vergiler “tekâlîf-i şer‘iyye” ve “tekâlîf-i fevkalâde” diye ikiye ayrılabilir. Şer‘î hükümlere dayanan ve ayrıntıları fıkıh kitaplarında yazılı bulunan tekâlîfe tekâlîf-i şer‘iyye, bunların dışında kalan ve devlet tarafından halka yüklenen vergilere tekâlîf-i fevkalâde denir. Fevkalâde vergiler de “tekâlîf-i örfiyye” ve “tekâlîf-i şâkka” olarak iki kısımdır. Tekâlîf-i örfiyye, aslında şeriatın kaynaklarından biri olan örfe dayanan ve genellikle savaş gibi ihtiyaçlarda tahsil edilen vergilerdir. Osmanlılar’da avârız türü vergiler böyledir. Bu tür vergilere “tekâlîf-i âdiye (mu‘tâde)” adı da verilir. Tekâlîf-i örfiyyeye şeriatın cevaz verdiği genellikle kabul edilmiştir. Çünkü bu tür vergilerde hakkaniyet ve adalet olduğu var sayılır. Tekâlîf-i şâkka ise ağır vergiler olup haklarında şer‘î cevaz bulunmayan ve genellikle haksız kabul edilen yükümlülüklerdir.
Hulefâ-yi Râşidîn dönemine kadar daha çok tekâlîf-i şer‘iyye ön planda tutulmuş, ardından gelen İslâm devletlerinde ihtiyaçlar çoğaldığından tekâlîf-i örfiyyeye başvurulmuştur. Bununla beraber savaş ganimetlerinden beşte birin alınması kuralı hariç diğer vergilerin hiçbiri için Kur’an’da bir oran belirlenmemiş, zekâtla ilgili oranlar Hz. Peygamber’in sözlerinden ve uygulamasından çıkarılmıştır. Birçok vergi oranı sonradan tesbit edilmiş ve zamana, mekâna, günün ihtiyaç ve şartlarına göre değişmiştir. Kur’an’da bir oranın belirlenmemesi vergi nisbetlerinin ayarlanmasının devlete bırakılmış olduğu şeklinde yorumlanabilir. Devlet giderlerini sınırlandıran Kur’an’da gelir kaynaklarıyla ilgili bir hükme yer verilmemiştir. Böylece vergi oranlarını düzenlemede olduğu gibi yeni gelir kaynakları araştırma hususunda da devlete bir serbestlik tanınmıştır. Esasen Hz. Peygamber servet ve gelirlerde zekâttan başka topluma ayrılmış hakların da olduğunu söylemiştir. Bu durumda tesbit edilen oranların asgari ölçülerde olduğu anlaşılır. Öte yandan İslâm, dönemlere ve bölgelere göre değişmek üzere toplumun özel ihtiyaçlarını karşılayan ve “nevâib” denilen diğer vergilerin konması hususunda yetki verir. İhtiyaç duyulduğunda maslahata, örf ve âdete göre yeni vergiler konmuştur.
Tekâlîf-i Şer‘iyye. Tekâlîf-i şer‘iyyenin esasları dörttür: Zekât, öşür (çoğulu âşâr), haraç ve cizye. Osmanlılar’da alanı genişletilen ve tekâlîf-i şer‘iyye arasında gösterilen vergi türleri ise şunlardır: Cizye, öşür, dimos, sâlâriyye, basma akçesi, boyunduruk, ağalık, kulluk hakları, çift akçesi, timar sisteminin uygulanmadığı yerlerin eyâlât-ı mümtâze vâridâtı, imaretler mâl-i maktûu, gümrükler, madenler, emlâk-i emîriyye, emlâk-i mazbuta, hâsılât-ı mütenevvia, mukātaat ve iltizâmât bedelâtı, selâmet akçesi, toprak bastı parası, çit parası, ağnam, kasaphâne, salhâne, serhâne, kellehâne, paçahâne bâclarıyla kelle, ayak, ciğer parası gibi vergiler ve âdet-i ağnâm, ondalık ağnam, geçit, otlak, yaylak, kışlak, ağıl, dem, balta, serçin, derçin, zebhiyye, mürde bâcı, deve, camus, öküz, inek, at, ester, merkep, canavar, dönüm, zemin, çift, çiftbozan, tapu, âsiyâb, bahçe, bostan, bağ, fevâkih, küvâre, kovan, penbe, harîr, şira, mücerred, raiyyet, bennâk, bâd-ı hevâ, caba akçesi, arûs, ispenç, cürm ü cinâyet, ihtisap, yava ve kaçkun, beytülmâl resimleri gibi resim ve harçlar. Bunlar düzenli biçimde tahsil edildiğinden zekât, öşür, haraç ve cizye temel kavramları çerçevesine alınmış veya böyle yorumlanmıştır. Ebüssuûd Efendi’nin, Osmanlı timar sisteminin ve hazine gelirlerinin temelini oluşturan bu vergileri şer‘î prosedüre uygun şekilde açıkladığı dikkati çekmektedir. XVII. yüzyılda bu tür vergilerin şer‘î kategoriden çıkarıldığı ve “bid‘at” olduğu gerekçesiyle yasaklandığı da vâkidir.
Tekâlîf-i Örfiyye. Özellikle savaş yıllarında ihtiyaca göre daha çok hâne, aile, çift, ocak gibi bir esasa dayalı olarak tarhedilen vergi, resim ve harçları ifade eder. Osmanlılar’da II. Bayezid zamanından itibaren avârız vergisinin alınmaya başlandığı rivayet edilirse de bu, Lutfi Paşa’nın Âsafnâme’sinde geçen ifadenin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmıştır. Çünkü avârız muafiyetlerinin daha eskiye gittiği ve Anadolu beylikleri döneminde de bulunduğu bilinmektedir. Başlangıcı ne olursa olsun avârız vergileri Osmanlı bütçelerinde düzenli olmayan gelirlerin başlıcalarını teşkil etmekteydi. Bu vergiler, XVII. yüzyıldan itibaren özellikle peş peşe yapılan savaşlar yüzünden düzenli vergiler arasında yer almış ve imdâd-ı seferiyye (imdâdiyye) vergisinin toplanmasının ardından payı düşmüştür. Tanzimat döneminde pek çok türü ve tahsis şekli olan bu vergiler kaldırılarak tek bir vergi getirilmek istenmiştir. Mahalle ve köy düzeyinde belirlenen vergi yükünün âdil dağıtılması için öncelikle hânelerin gelir ve servetlerinin bilinmesi gerekliydi. Bu amaçla Tanzimat’ın ilk yıllarında yaygın bir gelir ve servet sayımı yapılmaya girişilmiş, fakat bu uygulamada başarı sağlanamamıştır. 1844 yılında daha sistemli şekilde başlanan ve ülkenin büyük bir kesiminde tamamlanan temettuât sayımlarıyla bunun gerçekleştirilmesine çalışılmıştır. Ancak Tanzimat’tan sonraki yirmi yıl içinde bu verginin de tekâlîf-i örfiyyede olduğu gibi hâne, ocak, çift esasına göre dağıtımına devam edilmiştir. Yeni bir teşebbüs, 1858’den itibaren daha çok tapu ve kadastro tahriri sayılabilecek bir sayım faaliyetine girişilmesidir. Bunların neticesinde temettu‘ vergisi denen yeni bir servet vergisi ortaya çıkmıştır. Yirmi yıla yakın bir süre uygulanan bu vergiyle de önemli bir gelir elde edilememiştir. 1880’de yapılan yeni bir düzenleme ile bu vergi son dönemlere kadar varlığını sürdürmüştür.
Tekâlîf-i örfiyye ile avârız-ı dîvâniyye birlikte anılmaktaydı; bu sebeple avârız-ı dîvâniyyeye tekâlîf-i dîvâniyye adı da verilmekteydi. Sayısı doksan yediye kadar çıkan ve giderek olağan hale gelen tekâlîf-i örfiyye genel tanımlaması altında avârız akçesi ve avârız türü vergiler, nüzül, sürsat, iştirâ, asâkir-i bahriyye, gabyâr, kendir, kereste, kömür, güherçile, menzil, mübâşiriyye, şütürbânân, tâyinat, kürekçi bedelleriyle kalyoncu ve tersane bedeliyyeleri gibi türler yer alıyordu. İmdâdiyye (imdâd-ı seferiyye ve hazariyye) vergileri ise XVII. yüzyılın sonlarında II. Viyana Kuşatması şartları altında önce kredi biçiminde konan, ardından vergiye dönüştürülen ve XVIII. yüzyılın ilk yarısında Prut Savaşı esnasında savaş ve barış şartlarına göre farklılaştırılıp olağan hale getirilen yükümlülüklerdi. XIX. yüzyılın başlarında özellikle vezirler ve taşra zenginlerinden toplanmaya başlanan iâne-i cihâdiyye doğrudan doğruya merkeze gönderildiği için imdâdiyyeden ayrılıyordu. Böylece kelime anlamı “olağan dışı” olan avârız türü vergiler sonraları olağan hale gelmiştir. Yine tekâlîf-i örfiyye aslında geçici vergiler iken savaşların ve iç meselelerin sona ermemesi yüzünden hemen hepsi sürekli yükümlülük şeklini almış, içlerinden bazıları kurallara aykırı olarak konulduğu için tekâlîf-i şâkkaya benzemiştir. Bu vergiler İstanbul’da, o zamanlar farklı şekilde yönetilen Suriye, Halep, Bağdat, Basra, Musul, Trablusgarp, Bingazi, Yemen vilâyetlerinden (eyâlât-ı mümtâze) başka Anadolu, Rumeli ve Arabistan vilâyetlerinde uygulanmaya başlanmıştır.
Tekâlîf-i örfiyye türü vergiler avârız hânesi esasına göre belirlenirdi. Her yıl vali, mütesellim, voyvodalar, memleketin ileri gelenleri ve kadılar tarafından “rûz-ı Hızır” ve “rûz-ı kāsım” itibariyle iki taksitte alınmak üzere tevzi defterleri düzenlenir ve bu defterler şer‘iyye sicillerine yazılırdı. Tevzi defterlerinde sarraf, muameleci, murâbahacı ve faizcilerden alınan kredilerin faizleri kaydedilip bunlar sarrâfiyye, akçe başı, güzeşte, senelik nemâ adı altında halktan toplanırdı. Sekban, kale topçuları ve humbaracıları için tâyinat ve giyim eşyası ile gülle imal ve nakil harcamaları, sefine-kayık harcamaları, eşkıya ve kaçakçıları takip eden görevlilerin ihtiyaçları ve ulûfeleri de tevzi defterine yazılırdı. Yangın, sel ve depremden zarar görenlere yapılacak yardımlarla valilerin konaklarına gelen fakirlere, dervişlere, seyyahlara, meczuplara verilen sadaka ve bahşişler, memurlardan toplanan yardımlar yine tevzi defterlerine geçirilirdi. Bazı memur, kâtip ve hademenin ücretleri, ulaştırmada kullanılan develer için yapılan harcamalar, emlâk mal kâtiplerinin maaşları, devlet binalarının tamiratı ve tefrişatı bedelleri halktan tahsil edilirdi. Beklenmedik masraflar için konan aralık tevzileri de ahaliden istenirdi. Kısas karşılığı olan diyetten bile dörtte birle onda bir arasında vergi alınırdı. Tayyârât gibi gelirler de tekâlîf-i örfiyyeye dahil bulunuyordu. Yine avâid-i hademe ve avâid-i mu‘tâde; bâc, yasak, yol, meks, derbend ve tırtıl resimleri; cevâiz, hediye, katık, kumanya, nân, ulûfe, zahîre, nevâle, peksimet, çizme bahaları; ahz-i vekâlet, bab, baha, defter, evâmir, ferman, hademe, i‘lâm, kaydiye, kitâbet, reddiyye, mahkeme harçları; yazıcı, ceyb-i hümâyun, mukabele akçeleri; daire, sefine, kayık, konak, köprücü, derbendci, suyolcu, beldâran, sekbanlar, topçular, humbaracılar, beygir, devir, mürûr ve ubûr masrafları; ayrıca mürûriyye, Bâb-ı Âlî tâmiratı, devâir tefrişatı, güzeşte, han ve çayır kirası, huddâmiyye, kethüdâiyye, iâne-i hükkâmiyye, ihzâriyye, izn-i sefîne, kalemiyye, kâtib-i emlâk tahsisatı, kâtibiyye, kudûmiyye, maâş-ı maliyye, muhzıriyye, öşr-i diyet, reddiyye-i temessük, ruba-nüvâs, sarrâfiyye, selâmetlik, senelik nemâ, taahhüt temessükâtı, taâmiyye, tahsildâriyye, tebrîkiyye, tebşîriyye, tevziat, iânât ve semerât adı altında çeşitli yükümlülükler tekâlîf-i örfiyyeden sayılırdı.
Bu yükümlülüklerin bir kısmı kara ve deniz askerlerinin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamaya yönelikti (mukabele akçesi, avârız akçesi, menzil bedeli, konak masrafı, han ve çayır kirası, bedel-i nüzül, peksimet-bahâ, zahîre-bahâ, ulûfe-bahâ, kumanya-bahâ, tâyinat bedeli, nân-bahâ, katık-bahâ, taâmiyye, nevâle-bahâ, kürekçi bedeli, tersane bedeliyyesi, kalyoncu bedeliyyesi, gabyâr bedeli, bedel-i asâkir-i bahriyye, kürekçiyân-ı avârız). Harc-ı ferman, harc-ı evâmir, tebşîriyye, harc-ı bahâ, kudûmiyye, cevâiz, hediyye-bahâ, kaftan-bahâ, ruba-nüvâs yükümlülükleri ise vezirler, müşirler, valiler, hâkimler ve mutasarrıflar gibi yüksek memurlarla ilgili fermanlardan ve emirlerden alınan harçlarla büyük memurların işe başladıklarında verdikleri bahşişlerdi. İâne-i hükkâmiyye, bedel-i mübâşiriyye, huddâmiyye, kethüdâiyye, kalemiyye, kâtibiyye, avâid-i hademe, harc-ı bâb, harc-ı defter, ihzâriyye, muhzıriyye, harc-ı hademe, harc-ı mahkeme, harc-ı kitâbet, yazıcı akçesi, kaydiyye harcı, i‘lâm harcı, ahz-i vekâlet harcı ve tahsildâriyye teklifleri, kadı ve nâiblerin sicil kayıtlarıyla memur, kâtip, tahsildar, mübâşir, muhzır ve hademe gibi hizmetlilerin maaşları karşılığında ödenen harçlardı. Daire, beygir, mürûr ve ubûr, devir masrafları büyük memurların ve maiyetlerinin masraflarından halka düşen paylardı. Taahhüt temessükâtı, reddiyye-i temessük, harc-ı reddiyye müteahhit ve mültezimlerden alınıyordu. Derbend resmi, selâmetlik, bâc, yasak, yol resmi, mürûriyye, tırtıl resmi ve resm-i meks tüccardan derbend, geçit ve köprülerden geçtiklerinde tahsil edilen bedellerdi. İzn-i sefîne harçları gemilerden alınırdı. Bu resimler her devletin gemisine göre değişirdi. Öte yandan tekâlîf-i örfiyye birçok muafiyete konu olmuştur. Meselâ baruthânelerle tophâne, tersane ve diğer fabrikalar için gerekli olan güherçile, kömür, kereste, kendir gibi ham maddeler tedarikiyle görevli olan halk tekâlîf-i örfiyyeden muaftı. Yine askerî ve ticarî yolların bakımı ve geçiş güvenliği, su yollarının yapım ve tamiri gibi işlerle görevlendirilen halk köprücü, beldâr, derbendci, suyolcu resimleri gibi tekâlîf-i örfiyyeden affedilmiştir. Bütün bu uygulamalar birçok yolsuzluğu da beraberinde getirmiştir. Devlet zaman zaman bunlarla ilgili yasaknâmeler yayımlamışsa da bunların pek etkili olmadığı anlaşılmaktadır. Tanzimat’tan sonra bu yükümlülüklerden çoğu kaldırılmıştır. Yine Tanzimat’tan sonra emlâk ve arazisi bulunmayanların avârız hânesine bağlı tekâlîften muaf tutulması istenmiştir.
Tekâlîf-i Şâkka. “Güç yetirilemeyecek kadar ağır vergiler” demektir ve genellikle memurların halktan aldıkları izinsiz vergiler için kullanılmıştır. Haklarında şer‘î cevaz olmadığı gibi çıkarılan ferman ve adâletnâmelerle yasaklanan bu vergilerin teftiş akçesi, devir, harc-ı bâb, masârif-i sancak, saray tamiri, esb-bahâ, hil‘at-bahâ, kaftan-bahâ, na‘l-bahâ, zahîre-bahâ, öşr-i diyet gibi isimler taşıdığı belgelerden anlaşılmaktadır. Bir bakıma tekâlîf-i şâkka tekâlîf-i örfiyye içinde mütalaa edilmiş, çeşitlenerek birbirinden ayrılmaz hale gelmiştir. Hangi tür vergilerin tekâlîf-i örfiyye, hangilerinin tekâlîf-i şâkka olduğu konusundaki tereddütler belgelere de yansımış, çoğunlukla bu ikisi birbirinin eş anlamlısı gibi kullanılmıştır. Nitekim imdâdiyyelerle ilgili belgelerde bu vergilerin tekâlîf-i şâkkanın yerini tutmak üzere ihdas edildiği vurgulanır.
CİZYE
İslâm devletindeki gayri müslim tebaanın erkeklerinden alınan baş vergisi.BÂC
Genel olarak vergi, özellikle pazar vergisi anlamında kullanılan bir terim.TEKÂLÎF
Osmanlı maliyesinde devletin talep ettiği vergi ve harçların genel adı.İLTİZAM
Osmanlılar’da devlete ait vergi gelirinin özel bir şahsa verilmesini ifade eden bir terim.GÜMRÜK
Ticaret mallarının devletler arası, bazan da devlet içi sınırlardan geçişinde alınan vergi.
NARH
Osmanlılar’da. Narh mal ve hizmet fiyatlarında devletçe tesbit edilen üst sınırı ifade eder. Narhla ilgili olarak İslâm âlimleri farklı görüşlere sahiptir. Bir kısmı narhı câiz bulurken bir kısmı da karaborsayı teşvik edici olduğu görüşündedir. Kıymetleri Allah’ın alçaltıp yükseltebileceği hadisi de narha dair düşünceleri etkilemiştir. Buna rağmen narh konusunda özellikle Osmanlılar büyük hassasiyet göstermiştir. Her zaman ve her yerde aynı titizlikle uygulanamamakla beraber padişah ve sadrazamların narh işine büyük önem verdikleri dikkati çekmektedir. Nitekim sadrazamların çarşamba günleri çıktıkları büyük kolda esnafın kalite, halk sağlığı ve fiyat hususunda tesbit edilen standartlara uyup uymadığını denetledikleri ve uymayanları anında cezalandırdıkları bilinmektedir.
Osmanlılar’da günlük ve mevsimlik narhlar yanında savaş, abluka, kıtlık, tabii âfetler ve sikke tashihlerinden sonra yeni fiyat tesbitleri de yapılırdı. Mevsimlik narhlar gıda maddeleri üzerine konan fiyatları gösterirdi. Ekmek, et, süt ve mâmullerinin yaz ve kış aylarındaki fiyatları farklı idi. İlk kuzu hıdrellez denilen 6 Mayıs’ta kesilir ve bundan birkaç gün evvel de ete narh konurdu. Harmandan sonra yeni mahsul buğday alınınca ekmek fiyatı yeniden belirlenirdi. Ekmek en önemli gıda maddesi olduğundan fiyatı içindeki un cinsine göre çeşni tutularak tesbit yapılırdı. Bunun gibi, bazı mâmul maddelerin fiyatlarının tesbitinde kullanılan ham maddenin miktar ve değeri göz önüne alınırdı. Yine kıymetli kumaşların da aynı usulle fiyatları belirlenirdi. Gıda maddelerine hangi tarihlerde narh verileceği ihtisap kanunnâmelerinde yer alıyordu. Sebze ve meyve fiyatları ise mevsimlere göre ayarlanırdı. Günümüzdeki gibi sera ürünlerinin bulunmadığı devirlerde ilk ve son turfanda ile sebzenin bol olduğu mevsimlerde fiyat farklılık göstereceğinden ilkbahar ve sonbaharda hemen her gün yeni narh tesbiti yapılırdı. Olağan narh uygulamasında ramazan ayının önemli bir yeri vardı. Ramazandan bir iki gün önce veya ilk günü fiyatlar açıklanır ve hemen bütün yiyecek maddelerinin satışı buna göre gerçekleştirilirdi (İstanbul Narh Defteri, nr. 201).
Sefer zamanı gibi olağan üstü hallerde ordunun ihtiyacı olan maddelerin vergi karşılığı veya ücretle toplanması yanında bunları üretenlerin de sefere gitmesi, piyasaya arzedilen mal miktarının azalmasına ve fiyatların artmasına yol açar, yeni narh verilme zorunluluğu doğardı. XVII. yüzyıl ortalarında Venedikliler’in, XIX. yüzyılda İngilizler’in Çanakkale Boğazı’nı ablukaya aldığı yıllarda Ege ve Akdeniz’den İstanbul ile Marmara ve Karadeniz limanlarına mal taşınamadığından fiyatların yeniden ayarlanması kaçınılmaz hale gelmişti. Çekirge istilâsı, sel, deprem, kuraklık gibi durumlar da fiyat ayarlanmalarını gerektiren hususlardı. Öte yandan Osmanlı para birimi olan gümüş sikkenin içindeki gümüş miktarının giderek azalması mal değerinin zaman zaman çok yüksek oranlarda artışına yol açar, sonuçta devlet duruma müdahale ederek sikkeyi yeniden ayarlar, bunun ardından bütün mal ve hizmet fiyatları yeniden tesbit edilirdi.
Narh verilmesi piyasada fiyatların nasıl bir seyir takip ettiğinin bilinmesini gerektiriyordu. Bunu en iyi takip eden görevli muhtesipti. Muhtesip, maiyetindeki kol oğlanlarıyla çarşı pazarı devamlı kontrol ettiğinden fiyat tesbitinde kadının en büyük yardımcısı durumundaydı. Hatta onun esnafla sıkı münasebette olması ve piyasayı yakından takip etmesi dolayısıyla devlet düzenine dair bazı eserlerde (meselâ bk. Kitâbü Mesâlihi’l-müslimîn, s. 94-95) narhın muhtesip tarafından verilmesinin daha uygun olacağına işaret edilmiştir. Ancak uygulamada muhtesip kadıya danışmadan narh veremezdi. Narh verilirken ilgili esnafın fikir ve görüşleri de alınırdı. Her esnafın kethüdâ ve yiğitbaşıları ile görüşülür, gerekiyorsa çeşni tutulur, yani kullanılacak ham madde miktarları tesbit edilir ve fiyat buna göre oluşturulurdu. Et, süt ve mâmullerinin fiyatları ise yeniçeri ağası veya sekbanbaşı, hassa kasabbaşının bulunduğu bir toplantıda çiftlik sahipleri ve kasaplar kethüdâsı ile belirlendiği gibi ekmek için çeşni tutulurken hububat nâzırı, habbazlar kethüdâsı, nizam ustaları, gümrüğe konu olan mallarda ise gümrük emini hazır bulunurdu. Ancak piyasada satılan mal çeşitleri pek fazla olduğundan özellikle sikke tashihlerinden sonra yapılan düzenlemelerde hepsine kadılıkça narh verilmesi mümkün değildi. Bunun için belli başlı malların fiyatları belirlendikten sonra diğerleri ilgili esnafın idarecilerine bırakılırdı (1050/1640 tarihli narh defterinde buna çeşitli örnekler vardır; meselâ devatçılar narhı [Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri, s. 108], hazır elbise narhı [a.g.e., s. 126], çadırcılar narhı [a.g.e., s. 215] bunlardandır). Taşradan gelen mallarda ise çıkış yerindeki fiyatı belgelenir ve narh buna göre belirlenirdi. İstanbul biri “nefs-i İstanbul” denilen sur içi, diğerleri Eyüp, Galata ve Üsküdar olmak üzere dört kadılıktan ibaretti. Narh İstanbul kadısı tarafından verilir, diğer kadılıklara bunları bildiren listeler gönderilirdi. Her kadılık kendi sınırları içindeki mahkemelere yeni fiyatları bildirir ve bunlar sicillere işlenirdi. Yeni fiyatlardan halkın haberdar olması için çarşılarda münâdîler çıkarılırdı. İstanbul’da narh verildiğinde yeni fiyatlar taşra şehirlerine de gönderilir, oralarda verilen narhlardan merkez haberdar edilirdi. Taşralarda narh yine kadı tarafından âyan ve eşrafla görüşülerek belirlenir, yerleşme yerinin büyüklüğüne göre vali, muhafız gibi bir vazifelinin onayı alınırdı ki bu merkezdeki ferman ve buyuruldu karşılığı idi.
“Getirici” denilen toptancıyla “mukim” veya “oturakçı” denilen perakendecilerin fiyatları tabii ki farklıydı. Birçok malda bu iki fiyat ayrı ayrı gösterilirdi. Esnafın kanunî kârı % 10-15 arasında değişirdi ki bu ihtisap kanunnâmelerinde “onu on bir” şeklinde ifade edilirdi. Yapılması güç olan ve çok emek isteyen işlerde oran % 15’e kadar çıkabiliyordu. Maharet isteyen bazı mallarda o işin uzmanı olan ustaların yaptıklarına özel fiyatlar konulduğu, bunlara bir nevi patent hakkı verildiği de olurdu. 1640’taki sikke tashihinin ardından tesbit edilen fiyatlarda buna dair örneklere rastlanır.
Kadıların narh verme ve narh kontrolü vazifeleri XIX. yüzyılın ortalarına kadar sürdü. 1851’de narh işleriyle uğraşmak üzere Es‘ar Nezâreti kurulduysa da çalışmaları pek olumlu sonuç vermediğinden 1854’te İhtisap Nezâreti’ne bağlı Es‘ar Meclisi teşkil edildi. Fakat kısa süre sonra İhtisap Nezâreti’nin lağvı ve şehremanetinin kurulmasıyla bu meclis de kaldırılarak narh işiyle doğrudan şehremaneti ilgilenmeye başladı. Şehremanetinin kuruluşundan sonraki iki yılda baharda et narhının kadı tarafından verildiği görülmektedir. 1856’dan itibaren sicillerde artık narh kaydına rastlanmamaktadır. Esasen bundan birkaç yıl sonra da önce sebze ve meyve, ardından ekmek hariç diğer maddeler üzerindeki narh kaldırılmış ve fiyatlar serbest piyasada belirlenir olmuştu.
Kadı sicilleri incelendiğinde narh kayıtlarının genellikle sicillerin arka sayfalarında olduğu görülür. Ancak İstanbul’da farklı bir sistem uygulanmış, narhlar ayrı defterlere kaydedilmiştir. Sikke tashihlerinin ardından düzenlenen narh defterlerinden bugün sadece 1009 (1600) ve 1050 (1640) tarihli olanlar kalmıştır. 1600 tarihli defter tek nüsha iken 1640 tarihlinin iki nüshası bulunmaktadır. Her iki defterin farklı özellikleri vardır. 1600 tarihli defter, narhtan önceki fiyatları da ihtiva etmesi bakımından değişim oranlarının hesaplanmasına imkân vermektedir. 1640 tarihli ise son derecede geniş kapsamlı olarak hazırlanmıştır. Meselâ serâser denilen altın ve gümüşle dokunan kumaşların sadece içlerindeki altın ve gümüş miktarları tesbit edilmekle kalınmamış, kullanılacak ipeklerin cins ve miktarlarına da işaret edilmiştir. Hazır giyimden hasıra ve yapı malzemelerine varıncaya kadar hangi ölçülerdekilerin ne fiyatla satılması gerektiği gösterilmiştir; böylece bir bakıma fiyat verilirken malın standardı da ortaya konulmuştur. 1640 tarihli narh defteri sadece yiyecek, giyecek ve ihtiyaç maddeleri fiyatlarını değil hizmet fiyat ve standartlarıyla hijyen şartlarını da ihtiva etmektedir. Bu bakımdan tam bir ihtisap kanunnâmesi hüviyeti taşımaktadır. İstanbul’da verilen olağan narhlar için de ayrı defterler tutulmuştur. Ancak bunların 1190’dan (1776) önceki tarihlere ait olanları ya kaybolmuştur veya henüz araştırmaya açılmamıştır. Bu tarihten narhın kaldırılışına kadarki sürede verilen narh fiyatları ile bunlarla ilgili hüküm ve buyuruldular ise peş peşe yazılmak üzere bir defterde toplanmıştır.
AKÇE
Osmanlılar tarafından başlangıçta “gümüş sikke”, XV. yüzyıldan itibaren de genel anlamda “para” karşılığı olarak kullanılan akçe “beyaz, parlak, temiz” mânalarına gelen ak kökünden türemiş olmalıdır. “Ak akçe kara gün içindir” atasözü de şayet bir rastlantı değilse bu adlandırmanın renkten ileri geldiğini göstermektedir. Osmanlılar’ın akçe dedikleri para birimlerini Batılı kaynaklar asper/aspre kelimesi ile ifade etmektedirler. Orhan Bey zamanında, hıristiyan devletlerden Rum Pontus ve Rodos ile Türk-İslâm beyliklerinden Kandalor’da (Alâiye) aspro darbediliyordu. Altın Orda Devleti’nde ve Don nehri ağzında bir Ceneviz kolonisi olan Tana’da ise para yerine ticarette sommo/sum adı verilen 220 aspro ağırlık ve değerinde gümüş çubuklar kullanılıyordu. Akçe’nin “beyaz” mânasına gelen asprodan alınmış olduğu iddiası varsa da bu iddianın tartışma konusu yapılmasının bir faydası yoktur; çünkü devletlerin tanınmış paraları benimsemeleri olagelen bir hadisedir. Dirhem de aslında bir İran parasıydı ve İranlılar onu Yunanlılar’ın drahmisinden almıştı; dinar ise bir Bizans parasıydı. Gros veya Groschen’den türetilen gurus (kuruş) da “iri gümüş para” anlamına geliyordu. Lira, tartı birimi olan livre ile alâkalıdır. Tabii bu arada aspronun moda olabilecek ve örnek seçilmesini haklı gösterecek bir durumunun olduğunu da belirtmek ve ortaya koymak gerekmektedir.
İlk Osmanlı Gümüş Sikkeleri. Osmanlılar’da ilk sikkenin hangi tarihte kestirildiği kesin olarak bilinmemektedir. Günümüze intikal eden ilk sikkeler Orhan Gazi’ye aittir; ancak son zamanlarda Osman Bey’in olduğu öne sürülen bir gümüş sikkeden de söz edilmektedir (İbrahim Artuk, s. 27-31). XVI. yüzyıl tarihçilerinden Hadîdî’nin “Buyurdu akçeye sikke kazalar / Ki Osman bin Ertuğrul yazalar” beyti bu iddiayı doğrular mahiyettedir. Orhan Bey’e ait akçeleri iki tipte toplamak mümkündür. Bunlardan tarihsiz ve üzerindeki yazılar değişik geometrik motiflerden müteşekkil bir çerçeve içine alınmış olanlar, İlhanlı paralarına benzemektedir. Üzerlerinde “es-sultânü’l-a‘zam” unvanı bulunan bu sikkelerden birinde, Orhan Bey’in çağdaşı olmayan Halife Müstansır’ın adı yer almaktadır. Çerçevesiz olanlar daha sadedir ve üzerlerinde yalnız Orhan Bey’in adı bulunmaktadır. Bu sikkelerden birinin üzerinde 727 (1326-27) tarihi görülmektedir.
Bakır para (pul, fels, mankur/mangır) I. Murad zamanında, sultânî denilen altın para ise daha sonra Fâtih Sultan Mehmed zamanında 1478’de darbedilmeye başlanmıştır. İslâm geleneğinde gümüş sikkelere dirhem, altından olanlara dinar veya miskal denirdi. Bu iki sikkenin adları, ağırlıklarındaki tartı birimlerinden ileri geliyordu. Gümüş para birimi şer‘î dirhem (2,97 gr.), dinar veya miskal denilen altın para ise miskal ağırlığında idi (4,25 gr.). Bunların kırat cinsinden karşılıkları da 14 ve 20 kırattır. İlk Osmanlı gümüş para birimleri bu şer‘î dirhem ağırlığından çok farklıdır ve belki küçük sikkeler, yarısı veya dörtte biri şeklinde dirhemin bir kesriyle ifade edilemediği için, bu ismin yerine akçe tercih edilmiştir. Türkçe olarak düzenlenen belgelerde gümüş para biriminden daima akçe diye söz edilmekte, dirhem tabiri hukukî belgelerde, özellikle Arapça belgelerde geçmektedir. Ancak bundan şer‘î dirhem anlamı çıkarılmaması için, “günün geçer parasıyla şu kadar gümüş dirhem” mânasına gelen “dirhemen fıddıyyen râicen fi’l-vakt” ifadesi kullanılırdı. XV. yüzyıla ve XVI. yüzyılın başlarına ait, çoğu Arapça olarak düzenlenmiş hüccetleri ihtiva eden Bursa Şer‘iyye Mahkemesi sicillerinde, özellikle ilk yirmi sicilde bunların pek çok örneğini bulmak mümkündür.
Akçenin Ağırlığı. Osman ve Orhan beylere ait akçelerin tartısını veren yazılı bir belge yoktur. Tarihçiler bu akçeleri zamanlarında kullanılan tartı birimleriyle vermede güçlük çekmişlerdir. Zira akçelerin tedavüle çıkarıldığı sıralarda kullanılan tartı birimleri farklıydı. Bunlar, Gāzân Han’ın ülkesi içindeki tartı ve ölçüleri birleştirme projesi çerçevesinde kullanılmasını yaygınlaştırdığı 24 kıratlık miskallerdir. Kırat veya çekirdek, dört buğday ağırlığında idi ve bir buğday da 48 miligramdı. Gāzân Han, dirhemi yarım miskal olarak tanımlamıştı; sonraları dirhem 16 kırat yani miskalin 2/3’ü olarak kabul edilmiştir. Orhan Bey teklik, ikilik ve beşlik olmak üzere üç tür sikke tedavüle çıkarmıştır. İkilik olanı, Gāzân Han’ın dirhem tarifine uymaktadır. Bunun yarısı durumundaki teklik akçe ise miskalin dörtte biri ağırlığındadır. Fakat ikilik ve beşlik akçelerin örneklerinin çok nâdir olması, bunların darbına devam edilmediği anlamına gelebilir. Nitekim Orhan Bey’den sonra yalnız teklik akçe darbedilmiştir. Fâtih’in 1470’te onluk “Muhammed Hânî” (Buna “akçe-i büzürg” ve “gümüş-i sultâniyye” adı da verilmiştir) darbına kadar akçenin gümüşten katları veya küsuratı basılmamıştır. Teklik akçe her hacimdeki alışveriş ve ödemelerde kullanılıyordu. Daha yüksek bir değer taşıyan iri gümüş para veya altın para basılması, Ortaçağ’ın Osmanlı kuruluş dönemine tesadüf eden bu son döneminde, ekonominin Batı’da olduğu gibi Anadolu’da da bir duraklama devri geçirmiş olmasıyla açıklanabilir. İktisat tarihçileri, XIV. yüzyılın ikinci çeyreğiyle XV. yüzyılın son çeyreğine veya sonuna kadarki zaman kesitine “durgun ekonomi devri” demektedirler. Rönesans ile birlikte canlanma ve kalkınma hareketlerine paralel olarak ticaret hacmi genişleyince, Batılılar iri gümüş paralar olan gros ve grossone darbına başladılar. Fâtih de bu canlanma hareketine paralel olarak 1470 yılında onluk “Muhammed Hânî”leri, 1478’de ise ilk orijinal Osmanlı altını olan sultânîyi tedavüle çıkarmıştı. Ancak Fâtih 1465’ten beri kendi darphânelerinde, yani İstanbul, Edirne ve Üsküp’te Frengî flori (duka), tutili flori (Cenova altını) ve eşrefiyye (Mısır altını) bastırıyordu.
Akçenin Ayarı ve Nizamî Ağırlığının Zaman İçinde Geçirdiği Değişiklikler. Akçe darbını düzenleyen fermanlar, bunun saf gümüşten olmasını emreder. Nümismatlar, XV. yüzyılın sonu ve XVI. yüzyılın ilk yarısında basılan akçelerin analizlerini yapmışlar ve ayarının binde dokuz yüz olduğunu tesbit etmişlerdir. Akçenin gümüşünün resmen ayarlanma tarihi 1697’dir. Bu tarihten sonra darbedilen akçeler yüzde on oranında bakır ihtiva etmektedir. Akçenin zamanla ağırlığında meydana gelen düşüşlerin yazılı belge ile tesbit edilenleri aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. Yüz dirhem gümüşten adet olarak tesbit edilen ağırlık ve gram karşılığı şöyledir:
Yıl Yüz Dirhemden
Adet Gr.
1431 260 1.181
1460 330 0.931
1480 400 0.768
1491 420 0.731
1572 450 0.682
1584-1586 800 0.384
1600 950 0.323
1618, 1624, 1641 1000 0.307
1685 1250 0.256
1688 1700 0.188
1692 2300 0.139
1696 1900 0.169
1697 1800 0.178
1705 1900 0.169
Akçenin giderek ufalması, incelmesi ve iktisadî bir değer ifade edemez hale gelmesi, II. Süleyman zamanında para rejiminde bazı değişiklikler yapılmasına yol açmıştır. Gümüş para birimi, guruş, zolota ve küsuratları olan pâreye (para) kaydırılmış, akçe de zamanla aslında bir Mısır Memlük sikkesi olan pârenin küsuratı haline gelmiştir. Üç akçe bir pâre ediyordu. Zamanla pâre akçenin yerini almıştır. 1640’tan sonra uzun süre darphânede akçe basılmamış, akçe darbı padişahın hareme bayram harçlığı dağıtacağı zamanlara inhisar etmiştir. Fakat 1685-1715 tarihleri arasında yaklaşık 68 milyon pâreye karşılık İstanbul Darphânesi’nde, 40,6 milyonu 1692’de olmak üzere, 113 milyon küsur akçe basılmıştır. Fransız sefiri Marquis de Bonnac, 1716’da İstanbul’da tedavülde bulunan Osmanlı gümüş ve altın paralarının ön ve arka yüzlerini, kâğıda damlattığı mühür mumuna bastırarak kalıbını çıkarmış ve hükümetine göndermişti. Bunların içinde teklik ve ikilik akçeler vardı. Bonnac bu münasebetle tekliğin iki liards ve ikiliğin Fransız parasıyla bir sol ettiğini yazmaktadır. Muhtemelen bundan sonra tedavüldeki akçelerle iktifa edilmiş ve yenisi basılmamıştır. Zamanla da akçe adı yalnız bir hesap birimi olarak varlığını sürdürmüştür. Burada akçe tarihi ile yakından ilgili olan sikke tecdidi, sikke tağşişi ve sikke tashihi deyimleri üzerinde de durmak gerekir.
Sikke Tecdidi. Osmanlı padişahları tahta geçer geçmez ilk iş olarak kendi adlarına hutbe okuturlar ve sikke kestirirlerdi. Sultan, kendi adına kestirdiği yeni akçeleri tedavüle çıkardığında selefine ait akçelerin tedavülünü yasaklardı. Eski akçe yasağı kararı, tedavüldeki bütün paraların yeniden darphâneden geçmesi, darphânelerin olağan üstü bir çalışma dönemine girmesi demekti. Eski akçeler ya hurda gümüş olarak ya da devletçe tesbit edilen bir oranda yeni akçeyle değiştirilirdi. Bu münasebetle “gümüş arayıcıları” da denen “eski akçe yasakçıları” görevlendirilir, bunlar çarşı ve pazarda halkın üzerindeki paraları kontrol ederler ve çoğu zaman buldukları eski akçelere devlet adına el koyarlardı. Ancak yasak uygulanması her zaman bu kadar katı olmaz, bazan eski akçe sahiplerine değeri kadar yeni akçe verilirdi. Sikke tecdidi ve eski akçe yasağı, hazineye darp hakkı ve darp ücretinden ileri gelen bir gelir sağlardı. Darphâneler ne kadar fazla gümüş işlerse bu gelir o kadar artardı. Aslında bu politika nakdî servetleri vergilendirme anlamına da gelmektedir. Bu geliri belli sürelerde elde etmek ve zaman zaman kendini gösteren hazine darlığına çare bulmak endişesi, sultanları bir cülûs hadisesi olmadan eski akçe yasakları politikasını uygulamaya dahi götürmüştür. Nitekim Fâtih’in bu politikaya defalarca başvurduğu bilinmektedir. Kendinden önce gelen sultanların da buna başvurdukları ileri sürülebilir. Fâtih sikke tecdidi ile birlikte akçeyi tağşiş ediyor yani ağırlığını düşürüyor, böylece ufak çapta bir devalüasyon kârını da hedef almış oluyordu. Fâtih 1444, 1451, 1460, 1475 ve 1481 yıllarında eski akçe yasağı uygulatmış ve her defasında akçenin ağırlığı bir buğday düşürülmüştür. Bu şekilde bir ayarlamanın yapıldığı tarihlerde genel olarak eski akçe yasağı yetmiyordu. Zira halk zarar etme tehlikesi karşısında akçelerini saklıyor, bunlarla ziynet eşyası ve başka eşyalar yaptırıyor, hatta dış ülkelere kaçırıyordu. Bu sebeple eski akçe yasakları ile birlikte kuyumculuğu, simkeşliği sınırlamanın yanında gümüşten mâmul eşya ihracı bile yasaklanırdı. Fâtih’in ilk sikke tecdidinde yeniçeriler ayaklanmış ve meşhur Buçuktepe Vak‘ası olmuştur. Onun ölümünden sonra yeniçeriler II. Bayezid’den eski akçe yasakları politikasına dönmeme vaadini almışlarsa da bu hükümdar zamanında gene akçe yasakçıları ve gümüş arayıcıları görevlendirilmiş, ancak bu politikada aşırılığa gidilmemiştir. Nitekim 1491 ayarlaması olaysız gerçekleşmiştir.
Sikke Tağşişi. “Akçenin ayar ve tartısını düşürmek” anlamına gelir. Ancak bu iş daha ziyade tartı üzerinden yapılırdı. Hükümetin kararı ile gerçekleştirilen sikke tağşişini, sikke tecdidi politikasının bir bölümü olarak ele almak mümkündür. Bazan darphâneler bunu devletin emrine ve yasağına rağmen yaparlardı. II. Selim’den sonra bunun birçok örneğine rastlanmaktadır. Bu yüzden padişah emriyle, mevcudu yetmiş altıyı bulan Osmanlı darphâneleri birer ikişer kapatılarak sayıları azaltılmıştır.
Sikke Tashihi. Resmî ve gayri resmî akçe tağşişleri ekonomiyi çıkmaza soktuğu ve buna karşı, savaş veya başka bir sebeple acele tedbir alınamadığı zamanlarda “akçe kırkıcılığı” kendini gösterirdi. Piyasada ağırlığı düşük akçeler bulununca, çoğunluğunu gayri müslimlerin özellikle yahudilerin oluşturduğu kuyumcu ve sarraflarla kalpazanlar sağlam akçelerin kenarını kırparak gümüşünü çalarlardı. Bu keşmekeşe son vermek için hükümdarlar sikke tecdidinde yaptıklarını bu defa sikke tashihi adı altında gerçekleştirirlerdi. Sikke tashihinde, yeni akçeler ya eski standart üzerinden yahut bir miktar ağırlığı düşürülerek yeni bir standart üzerinden tedavüle çıkarılırdı. İlk önemli büyük akçe ayarlamasından sonra tedavüldeki sikke tağşiş edilmiş, 1600 yılı tashihinde yüz dirhemden 800 yerine 950 adet; 1618, 1624 ve 1641 tashihlerinde ise yüz dirhemden 1000 adet akçe bastırılmıştır. Bu münasebetle Genç Osman zamanında bir dirhem ağırlığında onluk “Osmânî” diye büyük bir akçe basılmış, Sultan İbrâhim zamanında “İbrâhimî” adıyla bir miktar onluk daha darbedilmiştir.
Akçe ayarlamaları sonucu eşya fiyatları arttığı gibi istikrarlı altın paraların rayiçleri de yükselirdi. Bu sebeple önemli para ayarlamaları yapıldığında eşya fiyatları yeniden tesbit edilir ve genel narh cetvelleri yayımlanırdı. Nitekim 1584 ayarlamasından sonra Koca Sinan Paşa böyle bir narh listesi çıkartmıştı. 1600’de bu liste üzerinde tâdilât yapılmış ve 1641 sikke tashihinde yeni bir narh listesi düzenlenmiştir. Zamanın doları durumundaki Venedik dukasının (frengî filori, yaldız altını), akçe ağırlığındaki değişmeler karşısında yükselen rayici şöyle bir seyir takip etmiştir.
1 Venedik Dukasının Akçe Olarak Değeri:
Yıl Akçe Yıl Akçe
1431 35 1618 150-120
1436 36 1624 400-120
1467 40-42 1640 250-120
1475 45 1645 160
1481 47 1653 180
1486 48 1659 220
1487 49 1660 300
1491 52 1665 330-250
1496 54 1690 330 sağlam
1509 55
400 çürük
1529 57 1707 360
1547 60 1721 375
1585 110 1728 400
1587 120 1737 440
ESEDÎ
Hollandalılar’ın “rex daller” adıyla darbettikleri gümüş paraya, üzerinde arslan resmi bulunduğu için Osmanlılar “arslanlı kuruş” veya “esedî” adını vermişlerdir. Muhtemelen bu para Orta Avrupa’dan, Alman kuruşları olan Gülden Groschen’lerle (ağırlığı 25,58 gr.) birlikte girmiştir. Daha sonra da Hollandalılar’ın Akdeniz ticaretine etkili bir şekilde katılmalarıyla kendileri tarafından doğrudan doğruya getirilmeye başlanmıştır. Hollandalılar’ın doğuda bu çok rağbet gören kuruşlarını diğer devletler, bu arada İngilizler de taklit etmişler ve arslan resmi bulunan kuruşları Doğu pazarlarına sürmüşlerdir.
Osmanlı kaynaklarında XVI. yüzyılda çeşitli kuruşlar arasında herhangi bir ayırım yapılmazken XVII. yüzyıla girildiğinde biri İspanyol menşeli real (riyal) kuruş, diğeri Hollanda parası olan arslanlı kuruş olmak üzere ayrılmaya başlamıştır. Riyal “kâmil kuruş, tam kuruş” veya “tamam kuruş” adlarıyla da anılırdı. Arslanlı kuruştan ağırca olan bu kuruşun rayici 10 akçe daha fazla idi. Esedî Osmanlılar’ın güney eyaletlerinde “köpekli” anlamında ebûkelb takma adıyla anılırdı. Riyal kuruş XVII. yüzyılda genel olarak 80 akçe, arslanlı kuruş ise 70 akçe tutuyordu.
II. Süleyman tahta geçtiğinde cülûs bahşişiyle birlikte yeniçerilere geciken ulûfelerini ödemek mecburiyeti karşısında iç hazineden çıkardığı altın ve gümüşten yapılmış eşyaları eriterek bunlardan para bastırmayı kararlaştırmış, bu maksatla IV. Mehmed’in Venedik asıllı mühtedi Cerrah Mustafa’ya yaptırdığı mekanik darphânede Türk kuruşlarını bastırmıştır. Bu kuruşlar için arslanlı kuruş model olarak seçilmiş, böylece yeni basılan kuruşlara, üzerinde arslan resmi olmadığı halde “esedî kuruş” adı verilmiştir. Bunlar 24 Şubat 1690’da hazırlanıp padişahın tasvibine sunulmuş ve Darphâne’nin 26 Ocak 1690 - 28 Mayıs 1691 arasındaki faaliyet döneminde basılmıştır. Ancak Darphâne hesaplarının incelenmesinden, Osmanlılar’ın esedî kuruştan çok bunun 2/3 ağırlığında ve değerinde zolota adıyla bilinen bir sikkeyi bastırdıkları ve esedî kuruşu daha çok bir hesap parası olarak kullandıkları anlaşılmaktadır. Zolota 6,25 dirhem (20,04 gr.) ağırlığında ve % 40’ı bakır olan bir sikke idi.
Darphâne hesaplarında esedî kuruş diye bir paranın basılması, ancak 9 Mayıs - 31 Aralık 1701 arasındaki faaliyet dönemine rastlar. 8,2 (26,39 gr.) dirhem ağırlığında olan bu kuruştan bu dönemde 1.308.936 adet basılmıştır. Aynı dönemde ayrıca 6,25 dirhem ağırlığında 399.031 adet zolota da darbedilmiştir. İlk kuruşların bir kesesinin yani 500 kuruşunun 4060 dirhem ağırlığında basılması emredilmişti. Buna göre bunların ağırlığı, 8,12 dirhem (26,04 gr.) olmalıdır.
Kuruşun tesbit edilen rayici 120 akçe (40 para), zolotanınki ise 80 akçe (26 para 2 akçe) idi. Dolayısıyla bunların birbirlerine nisbeti 2/3’tü. 1717’den sonra ise kuruş 120 akçede kalırken zolota 90 akçeye çıkarılmış, bu sebeple kur nisbeti 3/4 olmuştur.
KURUŞ
Kuruş kelimesinin kökeni XIII. yüzyıl Avrupa’sına gider. Ortaçağ’lar boyunca değerli maden darlığı sebebiyle Avrupa’da yaklaşık 1 gram ağırlıkta veya daha küçük gümüş sikkeler tedavüle çıkarılmıştı. XI. yüzyıldan itibaren Orta Avrupa’da yeni gümüş madenlerinin bulunması ve bunların işletilmesinin de etkisiyle ticaret canlanınca daha büyük gümüş sikkeler darbedilmeye başlandı. XIII. yüzyılda Kuzey İtalya’da önce 2 gramlık, daha sonra da 4 gramlık büyük sikkeler tedavüle sürüldü. Ardından Avrupa’nın diğer bölgelerinde de darbedilmeye başlanan bu sikkeler İtalya’da grosso, Orta Avrupa’da groschen olarak adlandırılıyordu. Bu paralar Osmanlılar tarafından guruş ve daha sonra kuruş şeklinde anıldı.
XVI. yüzyılda Amerika kıtasının keşfi üzerine Meksika ve Peru’daki madenlerden Eski Dünya’ya büyük miktarlarda altın ve gümüş akmaya başladı. Bu değerli madenlerin bir kısmı Güney Amerika’da, bir kısmı da Avrupa’da sikke olarak darbediliyor ve tedavüle giriyordu. Amerika’dan gelen altın ve gümüşle gelirleri artan Avrupalılar, Doğu Akdeniz ve bilhassa Asya ile olan ticaretlerinde çok büyük açıklar vermeye ve aradaki farkı altın ve gümüşle karşılamaya başladılar. Böylece Avrupa devletlerinin altın ve özellikle de büyük boy gümüş sikkeleri çok kullanılan birer ödeme aracı olarak bütün dünyaya yayıldı. XVI. yüzyılın ortalarından itibaren bu Avrupa guruşları Balkanlar üzerinden Osmanlı topraklarına da girdi ve piyasalarda kullanıldı. Sikkeler içinde en çok tanınanlardan biri Hollanda taleriydi. Üzerindeki aslan resminden dolayı bu sikke Osmanlı piyasalarında “esedî guruş” ya da “aslanlı guruş” olarak anılıyordu. Daha yaygın biçimde kullanılan bir diğer sikke “riyal guruş” olarak adlandırılan İspanyollar’ın 8 reallik parçasıydı (reales de a ocho). Yaklaşık 24 gram civarında gümüş içeren bu sikke, XVI. yüzyılın ikinci yarısında ve XVII. yüzyılda Avrupa’dan Asya’ya Eski Dünya’da en yaygın olarak kullanılan ödeme aracı olmuştur. Osmanlı piyasalarında ayrıca Avusturya ve Almanya’nın büyük boy gümüş sikkeleri de “kara guruş, kâmil guruş” gibi adlarla tedavül etmekteydi. Guruşlardan biraz daha ufak olan Polonya ve Hollanda kökenli zolotaları da (isolette) Osmanlı piyasalarında tedavül eden büyük boy gümüş sikkeler arasında saymak gerekir. XVII. yüzyılın başlarında esedî guruşun kur değeri 70, riyal guruşun kur değeri ise 80 ayarı tam akçeye eşitti. Osmanlı akçesinin ayarının bozulduğu yıllarda Avrupa guruşlarının kur değerleri hemen yükseliyordu.
Bütün dünyada yaşanan parasal çalkantılara Osmanlı Devleti’nin kendi malî güçlükleri ve savaşlar eklenince 1640’lardan itibaren Osmanlı darphâneleri birbiri ardına kapanarak devre dışı kaldı. Bu tarihten başlayarak yaklaşık elli yıllık bir süre boyunca Osmanlı akçesi tedavülde pek görünmemiş, ödeme aracı olmaktan çıkarak yalnızca bir hesap birimi konumuna düşmüştür. Bu dönemde Osmanlı piyasalarında ödeme aracı olarak çeşitli Avrupa sikkeleri ve en çok da Avrupa’nın gümüş guruşları kullanılmıştır.
Savaşların sona ermesinden sonra Osmanlı Devleti nihayet 1690-1691 yıllarında yeni bir hamle ile kendi büyük boy gümüş sikkelerini darbetmeye başladı. İlk yıllarda bu büyük sikkeler, Osmanlı piyasalarında tedavül eden zolotaların standartlarında basılıyordu. Ancak III. Ahmed döneminden (1703-1730) itibaren Osmanlı Devleti piyasadaki esedî guruşların standartlarını örnek alarak ilk Osmanlı kuruşlarını darbetmeye başladı. Böylece 1 Osmanlı kuruşu = 120 akçe = 40 para üzerinden yeni bir para birimi oluşturuldu. Akçe ve para kuruşun kesirleri olarak kabul edildi. Bu küçük sikkeler giderek azalan miktarlarda da olsa piyasaya sürülmeye devam edildi. İlk Osmanlı kuruşları 25,6 gram ağırlığında olup yaklaşık 16 gram saf gümüş içermekteydi.
Osmanlı kuruşunun içerdiği saf gümüş miktarı
(yıllara göre yaklaşık olarak)
1720 14,5 gram
1740 13,7 gram
1766 10,6 gram
1788 7,0 gram
1800 5,9 gram
1824 2,4 gram
1844 1,0 gram
1914 1,0 gram
(Pamuk, An Economic and Social History of the Ottoman Empire, tablo IVa)
Osmanlı kuruşunun 1760’ların ortalarına kadar istikrarlı bir çizgi izlediği söylenebilir. Yarım yüzyıllık bu dönemde kuruşun içerdiği saf gümüş miktarı 16 gramdan 10,5 grama düşmüş, dönemin en istikrarlı para birimlerinden biri olarak kabul edilen altın Venedik dukası karşısındaki kur değeri 1 duka = 3 kuruştan 4 kuruşa gerilemiştir. Bu göreli istikrarın en önemli sebepleri arasında XVIII. yüzyılın bu bölümünün Osmanlı Devleti için bir barış dönemi olması gelmektedir. Ayrıca Doğu Anadolu’da Gümüşhane, Keban ve Ergani’deki gümüş madenlerinin katkıları da kuruşu güçlendirmiştir.
Buna karşılık 1760’ların sonlarından itibaren Osmanlı Devleti yoğun bir biçimde yeni savaşların içine sürüklenince kuruşun standartları da hızla gerilemeye başladı. 1760’ların sonlarından 1808 yılına kadar geçen yaklaşık kırk yılda kuruşun gümüş içeriği 10,5 gramdan 5 gramın altına düştü. Yine aynı dönemde kuruşun duka karşısındaki kuru da 4 kuruştan 10 kuruşa geriledi.
Kuruşun en hızlı tağşîşi ise reformcu padişah II. Mahmud’un içte ve dışta yoğun bunalımlarla geçen saltanatına rastlar. Bir yandan imparatorluk içinde yeniçerilere ve taşradaki unsurlara karşı merkezin hâkimiyetini kurmak için sürdürülen mücadeleler, öte yandan Mısır, Yunanistan ve Rusya ile girişilen savaşlar maliye üzerinde çok büyük yük oluşturmuştur. Hazinede kaynak kalmadığı dönemlerde kısa vadeli ek gelir sağlamak amacıyla başvurulan tağşîşler sonucunda 1808 ile 1839 yılları arasında kuruşun gümüş içeriği yaklaşık 5,9 gramdan 1 gramın altına düşmüştür. Bu hızlı süreç içinde bir sikke olarak kuruş da hızla küçülmüş ve ayarı bozulmuştur. Kuruşun Venedik dukası karşısındaki kuru aynı yıllarda 1 duka = 10 kuruştan 50 kuruşa kadar gerilemiştir. Bir başka deyişle bu bunalımlı otuz yılda kuruş gümüş içeriğinin yüzde 80’den fazlasını yitirmiştir. Bu kadar hızlı bir tağşîşe Osmanlı tarihinin hiçbir döneminde rastlanmamaktadır. Yalnızca XVI. yüzyılın sonlarında ve XVII. yüzyıl başlarında kısa süreler için ya da geçici olarak buna yakın tağşîş oranları görülmektedir.
Bu hızlı tağşîş döneminin aynı zamanda Osmanlı tarihinin en hızlı enflasyon dönemi olduğu anlaşılmaktadır. Başbakanlık Arşivi’ndeki saray mutfağı hesap defterleri, çeşitli vakıfların hesap defterleri ve narh defterleri kullanılarak yapılan ve henüz sonuçlanmamış hesaplamalar, 1760’ların ortalarından 1844 yılına kadar İstanbul’da gıda malları fiyatlarının on-on beş kat arttığını göstermektedir. En hızlı fiyat artışları 1808-1840 yılları arasında görülmektedir.
II. Mahmud döneminde (1808-1839) yaşanan hızlı tağşîş süreci parasal istikrar arayışlarını da beraberinde getirdi. Başarısız kalan çeşitli girişimlerden sonra Tanzimat reform hamlelerinin de bir parçası olarak gerçekleştirilen 1844 tarihli tashîh-i sikke işlemiyle hem gümüş kuruş için hem de yeni oluşturulan altın lira birimi için yeni standartlar belirlendi. 100 gümüş kuruş = 1 altın lira hesabına göre hazırlanan yeni standartlara göre 1 kuruş 1 gram saf gümüş, 1 altın lira ise 6,6 gram saf altın içeriyordu. Böylece altın-gümüş paritesi 100/6,6 = 15,1 ya da 1 gram altın = 15,1 gram gümüş üzerinden sabitleniyor ve Osmanlı Devleti sabit kurla belirlenmiş çift metalli para düzenine geçmiş oluyordu. Halbuki daha önceki çalkantılı dönemde ayarı ve vezinleri sık sık değişen altın ve gümüş sikkeler arasındaki rayici piyasalar belirlemekteydi.
Tashîh-i sikke işlemiyle birlikte bir yandan yepyeni bir teknolojiyle üretilen gümüş sikkelerle altın liralar piyasaya sürülürken öte yandan çeşitli vezin ve ayardaki eski sikkeler piyasalardan toplanarak tedavülden kaldırılmaya çalışıldı. Yeni gümüş sikkeler içinde 20 kuruşluklar o günlerden bu yana mecidiye olarak bilinmektedir. 10 ve 5 kuruşluklar da yarım ve çeyrek mecidiye olarak anılmaktadır.
Böylece XVIII. yüzyıl başlarında büyük boy gümüş sikkelerle Osmanlı Devleti’nin temel para birimi olarak devreye giren kuruşun satın alım gücü yaşanan hızlı tağşîş ve enflasyon sürecinden sonra büyük ölçüde azalmış oluyordu. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren kuruşu günlük alış verişlerde kullanılan bir ufak para birimi olarak değerlendirmek gerekir. Meselâ XIX. yüzyılın ikinci yarısında 1 okka (1,283 kg.) ekmeğin fiyatı değişik bölgelerde 1 ile 2 kuruş arasında değişmekteydi.
1844 tarihli tashîh-i sikke işleminin en önemli yanı, benimsenen sikke standartlarının daha öncekilerin aksine kalıcı olabilmesi, 1914 yılına kadar korunabilmesidir. Böylece Sultan Abdülmecid’den Mehmed Reşad’a kadar altı Osmanlı padişahı aynı standartlarla altın ve gümüş sikke darbetmeyi sürdürmüştür. Özellikle XIX. yüzyılın başlarında yaşanan çok hızlı bir tağşîş döneminden sonra oluşturulan yeni standartların yetmiş yıl gibi uzun bir süre korunabilmesi başarı olarak kabul edilebilir. Ancak görünürdeki bu başarıya rağmen Osmanlı Devleti harcamalarını ve bütçe açıklarını denetim altına alamamış, devletin malî güçlükleri ve bütçe açıkları I. Dünya Savaşı yıllarına kadar gündemde kalmıştır.
1870’li yıllarda gümüşün bütün dünyada bollaşarak altın karşısındaki değeri düşünce pek çok Avrupa devleti çift metalli para düzenini terkederek altın standardına geçti. Osmanlı Devleti de 1879 yılında çift maden düzenini kaldırmaya yöneldi. Bu tarihten sonra gümüş kuruşların basımı büyük ölçüde azaldıysa da devlete yapılan ödemelerde gümüş kuruşların kullanımı sürdü. Bu sebeple son dönem Osmanlı para düzeni altın liranın yanı sıra bir ölçüde gümüş kuruşa dayanan “topal mikyas” olarak nitelendirilmektedir.
100 kuruş = 1 lira paritesine dayanan para birimi Cumhuriyet döneminde de korunmuştur. Ancak özellikle I ve II. Dünya savaşları sırasında yaşanan hızlı enflasyon sebebiyle kuruşun satın alım gücü daha da gerilemiştir. Nihayet 1970’lerin hızlı enflasyon ortamında kuruşun günlük işlemlerde kullanılabilen bir para birimi olma özelliği de kaybolmuştur (ayrıca bk. AKÇE; GÜMÜŞ; PARA).
KĀİME
Sözlükte “ayakta duran, bir şeyin yerine geçen” anlamındaki kāimin müennes şekli olan kāime (çoğulu kāvâim) piyasada sikkeyi temsilen tedavül ettiği için bu adla anılmıştır. Aynı zamanda Osmanlı diplomatiğinde genellikle büyük makamdan küçük makama gönderilen, “geniş ve uzun kâğıtlara yazılan resmî belge” anlamında da kullanılmıştır. Belgelerde “esham kavâimi, evrâk-ı nakdiyye, kavâim-i nakdiyye, kavâim-i nakdiyye-i mu‘tebere, varaka-i nakdiyye, nakid kâğıdı, kavâim-i mu‘tebere, kāime-i nakdiyye” gibi çeşitli adlarla da geçer. Osmanlı maliyesinde öteden beri uygulanagelen esham sisteminin (bk. ESHAM) geliştirilmesiyle ortaya çıkmış olup eshamdan farkı beratsız kullanılmasıdır. Tanzimat döneminin başlarında maliyeye gelir bulma konusu tartışılırken böyle bir yöntemin uygulanması teklifi daha sonra şeyhülislâm olan Ârif Hikmet Bey’den gelmiş ve kabul edilmiştir.
Kāimeler, paraya olan âcil ihtiyaç yüzünden kalıplarının çıkarılması ve basılması beklenmeksizin el yazısı olarak piyasaya sürüldü. Toplam 160.000 lira (32.000 kese) tutarındaki ilk kāimeler Maliye Nâzırı Saib Paşa zamanında muhtemelen Haziran 1840’ta çıkarıldı. Büyük ebatlı ve nakit para hükmünde olan kāimelerin tedavül süresi sekiz yıldı. Ayrıca senede % 12,5 faiz getirisi vardı. Faiz verilmesinden amaç bunları piyasada tedavül eden eshamdan daha cazip hale getirmekti. Faizler iki taksitte ödenmekteydi. Kāimelerin karşılığı yoktu, ancak ödenecek faizlerine İstanbul gümrüğü malından karşılık gösterildi. Halk böyle bir uygulamaya alışık olmadığı için kāimeler piyasada olumlu karşılanmadı. Öte yandan el yazısı kāimeler hemen kalpazanların dikkatini çekti. Kāimeler başlangıçta bütün ülkede kullanıldı; fakat sahte kāimeyi kontrol ve tesbit etmek kolay değildi. Buna halkın tepkisi de eklenince bir süre sonra taşrada tedavülü yasaklandı. Kalpazanlığı önlemek için 1841 yılbaşından itibaren iki yıl içinde el yazısı kāimeler matbularıyla değiştirildi. Taklit edilmemeleri için 1844 ve 1847’de farklı şekillerde yeniden bastırıldı.
Kāimenin faizi 1843’te % 12,5’ten % 10’a, ardından da % 6’ya düşürüldü. 1851’de ise 100.000 liralık (20.000 kese) faizli kāime piyasadan çekilerek yerine 20 kuruşluk faizsiz kāime çıkarıldı. Bu husus, kāimenin gerçek anlamda bir alışveriş aracı olarak kullanılması açısından önemlidir. Daha sonra faizsiz kāime uygulaması biraz daha yaygınlaştırıldı. Hükümet, Mart 1854’te Kırım Savaşı giderlerini karşılamak için sadece savaşın geçtiği bölgelerde geçerli olmak ve savaş sonunda tedavülden kaldırılmak üzere geçici olarak 10 ve 20 kuruşluk faizsiz ordu kāimeleri hazırladı. Toplam 856.250 liralık (171.250 kese) çıkarılan ordu kāimeleri 1857’de piyasadan çekildi. Savaş normal kāime emisyonunu da çoğalttı. Nitekim 1856’da piyasadaki faizli kāime miktarı 1.720.000 liraya (344.000 kese) ulaştı. Devlet kāimeyi çok defa kamuoyundan gizli olarak piyasaya sürmekteydi.
Kāimenin kaldırılması için yapılan ilk ciddi girişim 1848’de “iâne-i umûmiyye” adıyla halkın zorunlu yardımına başvurulmasıdır. Ülke genelinde toplanan 1,5 milyon liranın ancak dörtte biri bu amaç için harcandı. Geri kalanı ülkede çıkan karışıklıkların bastırılmasına sarfedildi. 1858’de Dent, Palmer ve Ortakları Şirketi’nden % 6 faizli 5 milyon sterlinlik bir istikraz yapıldı. Sözleşmede paranın kāimenin kaldırılmasında kullanılması şartı vardı. 1859’da tekrar İstanbul halkının yardımına başvuruldu. Bütün bu girişimler toplanan paraların 1860 Şam olaylarında harcanması üzerine başarısız kaldı. Hükümet, bu olaylardan sonra Fransız Mirés ile fâhiş fiyatla 16 milyon sterlinlik bir borç anlaşması imzaladı. Daha sonra bazı Galata bankerlerine bir banka kurdurup kāimeyi bu vasıta ile ortadan kaldırmayı düşündü.
Hükümet, bütün bu teşebbüsler sonuçsuz kalınca 1862 Mart sonundan itibaren geçerli olmak ve durumu siyasî açıdan nazik olan Cidde ve Yemen gibi yerlerin dışında bütün ülkede tedavül etmek üzere 12,5 milyon liralık (2,5 milyon kese) kāime çıkarma kararı aldı. Karar yürürlüğe konulduğu sırada 13 Aralık 1861’de İstanbul’da kāimenin fiyatı olağan üstü düştü ve piyasada geçmez oldu. Esnaf ve tüccar panik içerisinde iş yerlerini kapadı, ellerinde parası olanlar birkaç günlük ekmek aldı. Camilere toplanan halka dükkânlarını açarak ticarete başlamaları telkin edildi, sarrafların faaliyetleri durduruldu. Ayrıca memur maaşlarının ödenmesi mart ayına kadar ertelendi. Bu arada malî konularda tek yetkili olarak sadrazamlığa getirilen Fuad Paşa’nın çalışmaları sonucunda İngiltere’den alınan borç ile kāimenin kaldırılması kararlaştırıldı. Kāime değerinin % 40’ı nakit, geri kalanı da % 6 faizli eshâm-ı cedîde olarak ödenecekti. Bir süre sonra hazinede nakit sıkıntısı ortaya çıkınca paranın bir kısmı sterlin ve frank olarak ödendi. 1862 Eylülü başında kāimenin tamamen tedavülden kaldırıldığı resmen ilân edildi.
İkinci kāime uygulamasına Balkanlar’daki karışıklıklar ve yaklaşan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda orduyu finanse etmek için başvuruldu. 1863 imtiyaz sözleşmesiyle Osmanlı ülkesinde kāime çıkarma yetki ve tekeli Bank-i Osmânî-yi Şâhâne’ye devredildiğinden bankanın onayı çıkarılan kāimelerden % 1 komisyon ve tazminat verilerek alınabildi. 2 milyon liralığı hemen, geri kalanı da gerektiğinde çıkarılmak üzere toplam 3 milyon liralık kāime emisyonuna karar verildi. Birinci uygulamanın aksine takım ve seri numarası konulan kāimeler önce cephede, 28 Ağustos 1876’da da İstanbul’da piyasaya sürüldü. Faizsiz olan bu kāimeler Hicaz, Yemen, Trablusgarp, Basra ve Bağdat gibi siyasî açıdan hassas yerlerin dışında ülkenin her yerinde tedavül edecekti. Çıkarılanların ihtiyacı karşılamaması üzerine ihtiyaten elde tutulan 1 milyon liralık kāime de piyasaya sürüldü. Hükümet, bir süre sonra 7 milyon liralık daha kāime çıkarma kararını kamuoyuna ilân edince kāimenin değeri İstanbul’da % 60 oranında düştü. Yeni kāimelerin 2,4 milyon liralığı bankerlere olan borçlara, geri kalanı da kısa bir sürede askerî giderlerle Avrupa’dan getirtilen mühimmata harcandı. Hükümetin 27 Ağustos 1877 tarihli kararına istinaden bütçe açıklarının bir kısmını kapamak ve âcil giderlere harcanmak üzere 6 milyon liralık daha kāime çıkarılınca piyasadaki toplam kāime miktarı ikinci uygulamanın en üst sınırı olan 16 milyon liraya ulaştı.
Çıkarılmasına dair olan kararnâmede, kāimenin yavaş yavaş tedavülden kaldırılması için başta Ereğli madenleri olmak üzere bazı gelirler karşılık gösterilmişti. Bu gelirleri kurulacak bir komisyon toplayacaktı. Komisyon 1 Nisan 1878’de çalışmalarına başladı ve toplanan kāimeler meydanlarda yakıldı. Kāimenin kaldırılması amacıyla oluşturulan fona gelir sağlamak için ekmek, tütün, rakı ve şarap gibi bazı ürünlere zam yapıldı. Ayrıca yardım kampanyaları düzenlendi. Devletin 1879 yılı gelirlerinin toplamının neredeyse kāime kadar, yani 18,5 milyon lira olması kāimeyi kaldırmak isteyen devletin içinde bulunduğu çaresizliğinin derecesini gösterir. Bu arada hükümetin Mart 1879’da yayımladığı, devletin gelirlerini 1 altın 4 kāime paritesi üzerinden tahsil edeceği yolundaki kararnâmesi piyasada şok etkisi yaptı. Kāimenin değeri hızla düştü ve 1 altın 13 kāimeye satılır oldu. Spekülatörlerin de etkisiyle İstanbul’da ekmekçilerin dışında hiçbir esnaf alışverişlerde kāimeyi kabul etmemeye başladı. II. Abdülhamid, saraydaki ihtiyaç fazlası altın ve gümüş kap kacağı Meskûkât İdaresi’ne göndererek elde edilen parayı kāimenin kaldırılmasına tahsis etti. Ayrıca sarayda kendi başkanlığında bir komisyon-ı âlî kurarak yardım kampanyası başlattı. Bu şekilde 9 Mayıs 1880’e kadar piyasadan yaklaşık 10,5 milyon liralık kāime çekildi. Bu meblağın 1,4 milyon lirası yardım kampanyasından sağlandı. 1883’te bile piyasada kāimeye tesadüf edilmesi geri alma işleminin ne kadar uzun sürdüğünü gösterir.
Osmanlı Devleti üçüncü kāime uygulamasına I. Dünya Savaşı’nı finanse etmek için başvurdu. Hükümet, savaşın başında Almanya’dan alınacak borç karşılığında 15 milyon liralık banknot çıkarıp kendisine vermesini Osmanlı Bankası’na teklif ettiyse de banka buna yanaşmadı. Müttefiki olan Almanya ise savaşın başından beri hükümeti kâğıt para çıkarması için teşvik ediyordu. Câvid Bey güçlü bir malî kurumun yardımı olmaksızın kâğıt para çıkarılmasına şiddetle karşıydı. Bu düşünceyle emisyon bankası görevinin geçici olarak Düyûn-ı Umûmiyye’ye devrini önerdi. Düyûn-ı Umûmiyye kāimenin karşılığının altın olarak temin edilmesi şartıyla teklifi kabul etti.
27 Mart 1915’te Almanya ile 150 milyon franklık bir borç anlaşması yapıldı. Para, nakit olarak getirilmesindeki güçlükler göz önüne alınarak Düyûn-ı Umûmiyye’nin Almanya şubesine devredildi. Bu para karşılığında çıkarılan 6.519.139 liralık kāime 10 Temmuz 1915’ten itibaren piyasaya sürüldü. Kāimelerin tedavülü zorunluydu.
Savaş masrafları yüzünden kāimeler kısa sürede harcandı. Ülkenin içinde bulunduğu olağan üstü şartlardan dolayı bütçenin olağan gelirleri de toplanamadığından hükümet tekrar emisyona başvurdu; yeni emisyona Alman hazine tahvilleri karşılık gösterildi. Bununla 5.212.400 liralık ikinci tertip kāimeler, ardından 4 Ocak 1916 tarihli kanuna istinaden toplam 8.387.600 liralık üçüncü tertip kāimeler piyasaya sürüldü. Ancak savaşın finansmanı hükümeti yeni ve çok daha büyük bir emisyona zorladı. Toplamı 74.399.600 lira olan dördüncü tertip kāimeler de 13 Eylül 1916’dan itibaren tedavüle çıkarıldı. Hükümet, 17 Şubat 1917’de Almanya’dan 42,5 milyon liralık bir avans daha alarak bununla kāime çıkarılmasına karar verdi. Toplamı 31.999.999 lira olan beşinci tertip kāimeler 10 Nisan 1917’den itibaren piyasaya sürüldü. Bunların da altı ayda harcanması üzerine 4 Ekim 1917’de Almanya hazine tahvilleri karşılık gösterilerek toplam 32 milyon liralık kāime çıkarıldı. Yedinci ve son tertip kāimeler, 1918 bütçesinde mevcut açığın kapatılması için 28 Mart 1918 tarihli Muvâzene-i Umûmiyye Kanunu’na göre çıkarıldı. Karşılığı olmayan ve Düyûn-ı Umûmiyye’nin güvencesinde çıkarılan bu kāimelerin ancak 2.499.925 liralığı piyasaya sürülebildi.
Osmanlı Devleti, böylece yedi tertipte toplam 161.018.663 liralık kāime çıkardı. Bunların bir kısmı piyasadan çekilerek imha edildiyse de 153.748.563 liralık kāime kendi parasını çıkarıncaya kadar Türkiye Cumhuriyeti’nde tedavüle devam etti. İngiltere’de basılan Cumhuriyet dönemi ilk kâğıt paraları 5 Aralık 1927’de piyasaya sürüldü. Osmanlı kāimeleri bu tarihten itibaren altı ay içinde piyasadan çekildi.
Ekonomik ve siyasî açıdan zorda olduğu dönemlerde başvurduğu kāime emisyonunu Osmanlı Devleti bir tedavül aracı olarak değil iç borç ve malî tedbir olarak düşünüyordu. Galata bankerleri ikinci kāime uygulamasında altın çağlarını yaşadılar. Birinci uygulamada kāimeler numarasız olduğu için hükümet sıkıştıkça piyasaya gizlice para sürdü. Bunu önlemek ve piyasaya güven vermek için iki ve üçüncü uygulamalarda kāimeler numaralandırıldı. Bir ve üçüncü uygulamalarda ikinciye kıyasla daha az değer kaybeden kāimeler piyasada bozuk para sıkıntısına yol açtı. Alışverişlerde bozuk paranın tercih edilmesi kāimenin değerini düşüren bir etken oldu. Hükümetin bozuk para darlığını aşamaması halkı pratik çözümlere yöneltti ve bazı resmî kurumlar, esnaf teşkilâtları, dinî müesseseler ve şirketler bozuk para yerine geçen marka ve biletleri piyasaya sürdüler.
Kāime tedavülünün sebep olduğu olumsuzluklardan biri de enflasyondu. Bu yüzden pek çok şirket ve kuruluş kapandı. Kāime, üç uygulamada da altın ve gümüş sikkeyi piyasadan uzaklaştırıp tek fiyat belirleyici olamadı. Eşya fiyatları ve ücretler kāimeyle farklı, sikke üzerinden farklıydı. Kāime bunun dışında devletin ödemeler dengesinde de açık vermesine sebep oldu. Çünkü tahsilâtını kāime, dış borç ödemelerini ise altın üzerinden yapan devlet kāime değer kaybedince sürekli açık verdi. Öte yandan her üç uygulamada da büyük ölçekte kāime kalpazanlığı ortaya çıktı. Devlet, yurt içinde ve yurt dışında bastırılıp piyasaya sürülen sahte kāimelere karşı etkili önlemler alamadı. Kāime tedavülünün yol açtığı telâfisi en zor kayıp halkın devlete olan güveninin yok olmasıydı. Devletin kāime hususunda verdiği taahhütleri yerine getirememesi ve birinci kāime uygulamasının son derece müessif bir olayla neticelenmesi halkın zihninde devlete karşı oluşan şüpheyi sürekli canlı tuttu. Daha sonraki uygulamalar da bu şüphe ve güvensizliği pekiştirdi.
Yorumlar
Yorum Gönder