son osmanlı tarihçileri

 On Dokuzuncu Yüzyıl Vakanüvisleri


Vakanüvislik kurumu, imparatorluğun sonuna kadar, değişen  şartlar altında farklı biçimlerde bile olsa, varlığını  sürdürmüştür. Vakanüvisliği fiilen bitiren gelişme ilk resmi gazete Takvîm-i Vekayi’nin çıkarılması olmuştur. Gazete, bir noktada vakanüvisin görevini üstlenmiştir.


On dokuzuncu yüzyıl vakanüvislerinden Antepli Ahmed   sım Efendi bir Farsça sözlük olan Burhân-ı Katı isimli eseri Türkçeye tercüme ederek Sultan III. Selim’in iltifatına mazhar olmuş ve Süleymaniye Müderrisliği’ne getirilmiştir. 1807 senesinde vakanüvis olarak tayin edilmiş; 1791-1808 yılları arasındaki hadiseleri hâvi iki ciltlik  sım Tarihi’ni “muğlâk (kapalı) bir dil” ve “külfetli (ağır) bir üslûp” ile   kaleme almıştır.


BURHAN-I KATI


Tibyan-ı nafi' der.-tercüme-i Burhan-ı Katı: XVII. ·yy. İranlı sözIükçülerinden Burhan mahlaslı Mehmed Hüseyin ibni Halefi Tebrizi'nin Burhan-ı Katı adlı Farsça sözlüğünün tercümesidir. Eser aslında olduğu gibi elifbe sırasıyla dizilmesine rağmen Asım, kelimeleri üstün, esre, ötre sırasına koymuştur. Asım, üzerinde 6 yıl çalışıp 1797'de tamamlandığı bu eserini III. Selim'e sunmuş ve eser III. Selim'in emriyle H. 1214 (M. 1799)'de İstanbul'da basılmıştır. Eserin ikinci baskısı yine İstanbul'da H. 1287 (M. 1870)'de yapılmıştır.


Şânî-zâde Tarihi


Asım’dan sonra, 1819 senesinde vakanüvis olan Şânî-zâde Mehmed Atâullah Efendi bir müverrih olmanın yanı sıra tabip ve feylesof olarak tanınmıştır. Tıp ve mühendislik tahsili görmüş, Osmanlı ilmiye bürokrasisinde alt ve orta düzey görevler üstlenmiştir. Sultan II. Mahmud’un cülûsundan itibaren 1808-1821 yılları arasındaki hadiseleri içeren Şânî-zâde Tarihi dört cilttir. Şânî-zâde’nin eserinde Avrupa tarihine yer vermesi ve Batılı kaynakları da kullanması dikkat çekicidir. Eserin oldukça sade bir üslûbu vardır. Ayrıca tarih usulüne dair yazmış olduğu mukaddime önemlidir. Şânî-zâde tarihe olayların zapt ve nakli olarak bakar.


Mehmed Es’ad Efendi Üss-i Zafer 


Şânî-zâde’den sonra, 1825’te, kariyerini ilmiye sınıfında yapan Sahhaflar şeyhizâde Mehmed Es’ad Efendi vakanüvislik görevine getirilmiş ve vefâtına kadar da bu vazifede kalmıştır. Müverrih, vakanüvislik hizmeti boyunca çeşitli bürokratik görevler de üstlenmiştir. Yeniçeriliğin kaldırıldığı (Vaka-i Hayriye) bir zaman diliminde bu vazifeyi deruhte etmesi, müverrihin Osmanlı tarihinde gerçekten de büyük bir kırılma teşkil eden bu hadise üzerine Üss-i Zafer’ini yazmasına neden olmuştur. II. Mahmud’un isteği üzerine yazılan bu eser 1821-1826 yılları arasındaki hadiseleri ihtivâ eder ve konunun ehemmiyeti dolayısıyla çokça basılmış ve başka dillere de tercüme edilmiştir. Mehmed Esad Efendi’den sonra bu göreve gelen Recâî Mehmed  Şakir Efendi ile  Nâil Mehmed Bey’den ise günümüze bir eser kalmamıştır.







Cevdet Paşa - Tarih-i Cevdet (Tezâkir-i Cevdet)


Bir sonraki vakanüvis olan Cevdet Paşa Osmanlı tarih yazıcılığının tarihi gelişimi içerisinde tam anlamıyla bir yeniliği temsil eder. “Tarihçiliğimizin eski devresiyle yenisi arasında mühim bir  geçiş halkası” olarak kabul edilen Cevdet Paşa, önce ulemâ sınıfı içinde yer almış, bilâhare bürokrasiye intisap etmiştir. Encümen-i Dâniş’in talebi üzerine kaleme aldığı ve yaklaşık otuz yılda tamamladığı on iki ciltlik büyük eseri Tarih-i Cevdet’de  (Tarih-i Vekayi-i Devlet-i Aliye-i Osmaniyye) 1774 Kaynarca Muahedesi’nden 1826 Vaka-i Hayriye’ye kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihini anlatmıştır.


Cevdet’in vakanüvislik görevini deruhte etmesi ise 1855’te  olmuştur. Kariyeri diğer vakanüvislerle karşılaştırılamayacak ölçüde parlak olmuş, vakanüvislik görevini müteakip çeşitli nazırlıklarda da bulunmuştur. Cevdet Paşa, tarih eserleri vermenin ötesinde bir tarih bilinci ortaya koyarak Osmanlı tarihçiliği   içindeki yerini almıştır.


Onun “ilm-i tarih” tanımı, tarih anlayışını özetleyen dört unsura yer verir. Bunların birincisi, hadiselerin doğruluğunun ya da yanlışlığının tespiti; ikincisi hadiseler arasındaki neden-sonuç ilişkilerinin tespiti; üçüncüsü tarihi hadiselerden çıkarılabilecek ibretlerin tespiti dördüncüsü de hadiselerin herkesin anlayabileceği bir dille, düzgün, akıcı ve özlü bir biçimde anlatılmasıdır.


Cevdet Paşa, selefi  Osmanlı     tarihçilerinin eserleri yanında,  vekayinâme,  mecmuâ, lâyihâ, sefâretnâme, biyografi, hâtırat ve sözlü tarih verilerinin yanısıra Hazîne-i Evrak’tan aldığı resmi vesikaları da eserinde kullanmıştır. Arap, Fars ve Avrupa tarihlerine de başvurmuştur. Türk tarihçiliğinde egemen anlatı (tahkiye) şekli yerine mukayeseci ve analitik bir tarih anlayışı ikâme etmesi onun en önemli katkısıdır.


Cevdet Paşa, kendisinden evvelki vakanüvislerin yolundan giderek zamanının(1855-1865) siyâsî hâdiselerini kaydettiği Tezâkir-i Cevdet adlı bir eser de vücûda getirmiştir. Bu temelde bir siyâsî tarih olmakla beraber, hâtırat niteliği de vardır ve kendi döneminin toplumsal tarihi ile ilgili zengin bilgiler içerir. Kırk tezkireden  müteşekkil eserin son dokuz tezkiresi müellifin otobiyografisidir.


Cevdet Paşa - Maruzat


Sultan II. Abdülhamid’e sunduğu 1839-1876 arasında vukû bulan tarihî  ve siyâsî hâdiseler hakkındaki Mârûzât da Cevdet Paşa’nın tarihi eserlerindendir. Mârûzât, 1865’ten sonrası için içerdiği bilgiler dolayısıyla Tezâkir’i tamamlayan bir eser sayılabilir.


Cevdet Paşa - Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ 


Cevdet  Paşa’nın hayatının son yıllarında kaleme aldığı Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ Hz.  Adem’den Hz. Muhammed’e kadar bazı peygamberlerin kıssalarından, İslâm’ın doğuşu, Hz. Muhammed’in hayatı, dört halife, Emevî ve Abbâsîler, diğer İslâm ve Türk devletleri ile Osmanlı’nın kuruluş devrine dair bahislerden müteşekkildir. Eser Sultan II. Murad’ın saltanatına kadar uzanır ve bu şekli ile Osmanlı tarihini peygamberler tarihine eklemlemektedir.


Ahmet Lûtfi Efendi Tarihi

Asrın son vakanüvisi sayılan Ahmet Lûtfi Efendi hacimli tarihini selefi Cevdet Paşa’nın eserine zeyl olarak yazmıştır ancak usûl ve yetkinlik açısından bu iki eser arasında bir devamlılık olduğu söylenemez. Cevdet Paşa gibi o da kariyerine ilmiye sınıfında başlamış, sonra da çeşitli bürokratik görevlerde bulunmuştur. Tarihçiliği de, bürokratik kariyeri de Cevdet Paşa ile karşılaştırılamayacak kadar sönük olmuştur.


Ahmed Lütfi Efendi Cevdet Paşa’dan sonra Mayıs 1865’te vakanüvislik görevine memur edildi. Ölümüne kadar bu görevde kaldı. Eseri, Osmanlı tarihini Cevdet Paşa’nın bıraktığı yerden, yani 1825 yılından alarak 1876 senesine kadar getirmektedir. Ahmed Lûtfi Efendi eserini süslü ve gösterişli bir dille yazmıştır. Vakanüvis olmadan evvel Tıbbiye’de Türkçe inşâ dersleri de vermiş olan müellif, Cevdet Paşa’nın şahsında zirveye çıkan ilmî tarih anlayışı karşısında, tarihi bir inşâ sanatı olarak gören damarın belki de son güçlü temsilcisi olmuştur.



On Dokuzuncu Yüzyılın Diğer Mühim Müverrihleri


On dokuzuncu yüzyılda vakanüvisler dışında da önemli müverrihler çıkmıştır. Bunların büyük çoğunluğunun yüksek bürokrasiye mensup olmaları dikkat çekmektedir. Dönemin önemli bir mütefekkiri, devlet adamı ve tarihçisi olan Ahmet Vefik Paşa Tercüme Odası’nda başladığı kariyerinde Osmanlı bürokrasisinin en üst mevkilerine kadar yükselmiştir. Onun tarih anlayışında ibn Haldun etkisi açıktır. 1896’da ilk baskısı yapılan Fezleke-i Tarih-i Osmânî’nin, tek cilt ve küçük hacimli olmasına rağmen, iki yılda beş baskısının yapılmış olması, onun önem ve etkisinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Fezleke bir tür tarih ders kitabıdır. Bu yüzden Osmanlı tarih yazıcılığı içerisinde yeni bir damarın başlangıcı olarak görülebilir.















Klasik dönem Osmanlı eğitim sisteminde müstakil yeri olmayan tarih, artık modern eğitimin en önemli unsurlarından biri olarak görülüyordu. Ahmet Vefik Paşa Darülfünûn’da “Hikmet-i Tarih” dersleri vermiş, ders notlarını 1863 yılında önce Tasvir- i Efkâr gazetesinde kısmen tefrika ettirmiş, bilâhare de kitap olarak yayınlamıştır. Bu kitap insanlığın tarihini hilkatle (yaratılış) başlatır ve eserin telif edildiği 1863’e kadar gelir. Tarihi dönemlere ayırmada Ahmet Vefik Paşa İbn Haldun’u takip eder. Yaratılıştan kendi dönemine dek geçen zamanı Hz. Muhammed öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırır. Bu “din kaynaklı” ayrımı müteakip, ibn Halduncu ve dolayısıyla daha seküler bir dönemlendirmeye  gider. Ona göre tarih, dünyevi iktidarların tarihidir ve gençleşme-yenileşme-duraklama ve çöküş şeklinde birbirini   takip eden döngüsel bir seyir izler.




On dokuzuncu asrın büyük devlet adamı ve müverrihi Mustafa Nuri Paşa dört cilt olarak telif ettiği Netayicü’l Vukuat adlı eseri ile Cevdet Paşa’yı ve Ahmet Vefik Paşa’yı takip etmiştir. Müverrih, eserinin başında belirttiği üzere, Babıâli ve Maliye Hazînesi gibi yerlerde görev yapmış,  Defterhâne-i Hâkânî nazırlığında ve Mâbeyn-i Hümâyun başkâtipliğinde bulunmuştur. Osmanlı bürokrasisi içinde aldığı  görevler Mustafa Nuri Paşa’nın tarihçiliğini de büyük ölçüde şekillendirmiştir. Onun Osmanlı tarihine kalemiye/bürokrasi perspektifinden baktığı söylenebilir.


Netayicü’l Vukuat kuruluştan 1841’e kadar gelen genel bir Osmanlı tarihidir. Bu eserde tarihin yapıcı unsuru olarak kurumlar ve örgütlere atfedilen ehemmiyet,Mustafa Nuri Paşa’nın tarih görüşünü yeni ve önemli kılmaktadır. Müellif tarihi hadiselerin askerî ve siyâsî hadiselerden mürekkep değerlendirildiği ana damar Osmanlı tarih yazıcılığının dışına çıkmış ve bir tür teşkilat-hukuk tarihi telif etmiştir. Eserine “olayların sonuçları” anlamında Netayicü’l-Vukuat adını vermesi, onun tarihte nedenselliklere verdiği ehemmiyetin işaretidir.


Bu asrın mühim müverrihlerinden olan Hayrullah Efendi, ilmiye sınıfı içinde kariyer yapmış, bilahare meslek değiştirerek bürokrasiye intisap etmiş, nazırlık ve elçilikte bulunmuştur. Hayrullah Efendi Tarih-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye adlı eserinde I. Ahmed devrine kadar Osmanlı tarihini dünya tarihine paralel olarak anlatmıştır. Batı  kaynaklarını da kullanmış olan müverrih, İbn Haldun’u ve onun tarih anlayışını, zikretmenin ötesinde anlayan ve tenkit eden bir ibn Halduncu olarak tavsif edilmiştir. Hayrullah Efendi’nin tarihe sebep-sonuç ilişkileri açısından bakması, Avrupa ve dünya tarihine olan ilgisi onu çağdaşı Cevdet Paşa gibi modern tarihçiliğin öncü isimlerinden birisi saymayı mümkün kılmaktadır.



Şehbenderzâde Şlibeli Ahmed Hilmi en önemli eseri olan ve iki cilt halinde neşredilen İslâm Tarihi adlı yapıtında, seleflerinden farklı olarak, disiplinler arası bir yöntem izlemiştir. Dinler tarihinden fıkha, kelamdan mezhepler tarihine ve hatta felsefeye kadar geniş bir alanda yazmış, sade bir dil ve üslûp kullanmıştır. Filibeli’nin de ibn Haldun’un Osmanlı tarihçiliği içerisinde İslâm Tarihi alanındaki takipçisi olduğunu söyleyebiliriz. islâm tarihlerinin sayısal çokluğuna karşın, bu tarihlerdeki tahlil ve tenkit yoksulluğundan şikâyet eden müverrih, Birûnî ve ibn Haldun’u bu açıdan azınlıkta kalmış bilginler olarak selamlamış, tarihçiliğin öncelikli meselesinin metodoloji olması gerektiğini savunmuştur.



On dokuzuncu asır elbette yalnızca ibn Haldun’cu tarih yorumunun hegemonyasında değildi. Bu tarih telâkkîsinden uzak duran bir tarihçi olarak Tayyar-zâde Ahmet Atâ Osmanlı bürokrasisi içinde çeşitli vazifelerde bulunmuş, telif etmiş olduğu beş ciltlik hacimli eseri Târih-i Atâ dolayısıyla üzerinde durulması icap eden bir on 19. yüzyıl müverrihidir. Belli bir sistematiği olmayan eserinde temel olarak içinde yetişmiş olduğu Enderûn teşkilatı üzerinde durulmuştur. ilk ciltte Osman Gâzî’den Kanûnî Sultan Süleyman’a kadar sarayda uygulanmakta olan kanun, nizam, usûl ve âdetler ele alınmıştır. ikinci ciltte sarayda yetişen sadrazam, şeyhülislâm, kaptanıderya, vezir gibi Osmanlı bürokrasisinin tepesinde yer almış devlet adamlarından söz edilir. Üçüncü ciltte ise on dokuzuncu yüzyılın eserin yazıldığı tarihte hayatta olan devlet adamlarının hal tercümelerine, bu arada müverrihin ve babasının hal tercümelerine yer verilir. Dördüncü cilt padişahların, şehzâdelerin ve saray mensubu şâirlerin biyografik bilgileriyle şiirlerine, beşinci cilt ise Padişah ve şehzâdelere sunulan kaside ve gazellere ayrılmıştır.


Atâ, bir on dokuzuncu yüzyıl müverrihi olmakla beraber Cevdet Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Mustafa Nuri Paşa gibi tenkîdî bir tarih telakkisine sahip tarihçilerden farklı olarak modern tarih, problem, usûl ve kaynak eleştirilerini dikkate almaksızın bir tarih vücûda getirmiştir. Tarihe basitçe geçmişin hallerinden haber veren bir ilim olarak bakmış, rivâyetçi geleneğin izinden gitmiş, “vakaları yanyana dizmekle” iktifa etmiştir. Özetle tarihi bir ilim olmaktan ziyade edebî bir tür olarak görmüştür.


Burada söz edilecek olan son müverrih, Jön Türk hareketinin mühim simalarından Mizancı Mehmed Murad Bey, Dağıstan’da doğmuş, Rusya’da eğitim görmüş, İstanbul’a göç etmiş ve Osmanlı bürokrasisine girmiş yeni bir aydın tipinin örneğidir. Mizancı Murad’ın Tarih-i Umûmî adlı kitabı on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı Devleti’nde bilhassa yeni ve modern okullarda yetişen nesillere hitap edecek genel tarih ihtiyacına cevap vermek üzere kaleme alınmış eserlerden birisidir








On dokuzuncu yüzyıl, Osmanlı imparatorluğu’nda, başka sahalarda olduğu gibi tarih yazıcılığı alanında da ciddi bir dönüşümün yaşandığı bir dönem olmuştur. Tarihçiliğin bu asırda ilgi ve kapsamı genişlemiştir. Bu dönem tarihçiliğinin göze çarpan ilk hususiyeti dilin ve üslûbun sâdeleşmesidir. Bu, tarihin seçkinler için yine seçkinler tarafından üretilen bir bilgi alanı olmaktan çıkıp, daha geniş kitleler için yazılmaya başlanmasının bir sonucudur. Bu dönemde tarih, “âmme faidesi” gözetilerek yaz(dır)ılmaya başlanmıştır. Dilin sâdeleşmesi, tarihin pedagojik bir işlev kazanmasına paralel bir süreçtir. Dönemin tarih eserleri içinde tarih ders kitapları çok önemli yer tutmuştur. Bu çerçevede son vakanüvis Abdurrahman şeref Efendi’nin ve Ali Reşad’ın eserleri önemlidir.


Bu asırda Avrupa tarihine ilgi de artmıştır. Bu ilgi Avrupa devletlerinin tarihlerinden haberdâr olmak ve ahvâlinden haber vermek şeklinde kendisini gösterebildiği gibi, Avrupa tarihçiliğinden metodolojik etkilenme şeklinde de ortaya çıkmıştır. Bu durumu III. Selim zamanından itibaren Avrupa’nın belli başkentlerinde daimi elçilikler bulundurulması, elçilerden gittikleri ülkelerin dil ve ahvâlini öğrenmelerinin istenilmesi, II. Mahmud devrinden itibaren Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi ve nihâyet Tanzimat Devri ve sonrasında yabancı dil öğreniminin yaygınlaşması gibi sebepler çerçevesinde açıklamak mümkündür. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa’da Türkoloji çalışmalarında alınan mesafe, Türk tarihçiliğinde de etkilerini göstermiştir. O zamana kadar din ve hânedan ekseninde serpilen Osmanlı tarihçiliğinde “Türkçü Tarih” olarak tanımlanan bir damar ortaya çıkmıştır.




Tanzimat öncesinde islâm tarihine gösterilen ilgi bu dönemde azalmış, hatta sadece ders kitaplarına münhasır kalmıştır. Süleyman Hüsnü Paşa’nın 1876’da yayınladığı Târih-i  lem adlı eser, Türklerin islâmiyet öncesi tarihine yaptığı vurgu ile bir büyük zihniyet değişiminin işaretlerini vermiştir. Batılı kaynaklardan yararlanılarak kaleme alınan bu eser, liselerde ders kitabı olarak da okutulmuştur. Necip Asım’ın Türk Tarihi de yine bu çerçevede öne çıkan bir kitaptır.


Müşir Süleyman Hüsnü Paşa








Bu eserler aslında modern Türk tarihçiliğinin filizleri olarak görülebilir. Tarih-i Osmanî Encümeni ile başlayan kurumsallaşma çabaları Cumhuriyet Dönemi’nde nihai sonucu almış; bu akımın parlak ismi Fuat Köprülü’nün şahsında milliyetçi tarih yazıcılığı Cumhuriyet Dönemi tarihçiliğine kurucu ve egemen unsur olarak damgasını vurmuştur. Yine bu dönemde çok sayıda Osmanlı tarihçisi tarafından yabancı dilde tarihler kaleme alınmıştır. Bu müellifler arasında Mahmud Raif Efendi, Gabriel Narodunkyan Efendi, Mahmud Muhtar Paşa, Mizancı Murad Bey, Aristarchi Bey sayılabilir.


Avrupa dillerinde tarih yazımındaki bu hızlı artış Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı ile ilişkilerindeki yeni durumun doğal sonucudur. Bunlar akademik tetkikler olmaktan öte, öncelikle imparatorluğu Avrupa’ya tanıtma maksadıyla yazılmışlardır. Bu dönemin Avrupa ülkelerindeki Osmanlı tarihçiliği için de bir altın çağ olduğu unutulmamalıdır. Hammer, Iorga ve Engelhardt gibi müverrihlerin eserleri, bugün de sahanın klasikleri olarak saygın eserler sayılmaktadır.


On dokuzuncu yüzyıldan itibaren seyahatnâme ve hâtırat türündeki eserlerin  sayısında görülen bariz artış, klasik tarihçiliğin geçirdiği dönüşümün ve bu alandaki yeni arayışların bir göstergesidir. Kezâ şehircilik ve mimâri alanında bu dönemde önemli eserler yazılmasını da bu perspektiften değerlendirmek mümkündür. Bu eserler arasında ilk akla gelenler olarak Mehmet Raif’in Mir’ât-ı istanbul’u, Şakir Şevket’in Trabzon Tarihi, Eyüp Sabri Paşa’nın Mekke ve Medine Tarihi sayılabilir.


Tarihçilikteki yeni arayışlar yeni tarih türlerinin doğuşuna da yol açmıştır. Salnâmeler bu yüzyılda ortaya çıkan bir türdür. Bunları kuruluş devrindeki tarihi takvimlerin modern birer versiyonu olarak düşünmek mümkündür. Geçmişteki bir takım olaylar hakkında özet bilgiler içeren bu yıllıklarda salnamenin düzenlendiği yıla ilişkin olarak kurumlar ve kişiler hakkında kısa bilgiler verilmektedir.


Yirminci yüzyıl başına gelindiğinde ise Osmanlı-Türk tarih yazıcılığı artık profesyonel bir uğraşı olma niteliği kazanmıştır. Tarihin politik ve pedagojik işlevleri onun kurumsal niteliklerini de güçlendirmiştir. “Resmi tarih” çok güçlü bir olgu olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Tek tek tarihçiler değil, tarih kurumları öne çıkmaya başlamıştır. II. Meşrutiyet döneminde kurulan Tarih-i Osmanî Encümeni bu anlamda hem kurumsal kimliği hem de yayınları ve özellikle de süreli yayını ile bir kırılma noktasıdır. Bu kurumu  sâr-ı islâmiye ve Milliye Tetkik Kurumu gibi alternatif oluşumlar izlemiştir.


UMUMİ TARİHLER 

1-Hammer -“Osmanlı Devletinin Tarihi” 10 Cilt; 

2-Zinkeisen Tarihi “Osmanlı Tarihi” 7 Cilt 

3- Nikola Yorga ,”Osmanlı Devleti Tarihi” 5 Cilt Türkçe Eserler 1-Ahmet Refik, “Türkiye Tarihi” 2-Hamid ve Muhsin,” Türkiye Tarihi” 

3-İsmail  Hakkı Uzunçarşılı,-Enver Ziya Karal, “Osmanlı Tarihi” 

4-İsmail Hami Danişmend,”Osmanlı tarihi”




Yüksek öğretimde tarih derslerinin okutulması tarihçiliği etkileyen bir başka unsur olmuştur. Tarih ders kitapları bu literatüre yeni bir soluk kazandırmıştır.  Tarihçilik yabancı yayınlar ve uluslararası kongreler gibi vasıtalarla dünya ile daha fazla entegre olmuştur. Tarih araştırmaları için yurtdışına giden öğrenci ve tarihçi sayısı artmıştır. Cumhuriyet dönemi tarihçiliği işte bu birikim üzerinde vücut bulmuştur.



Yorumlar