TABAKOĞLU EKONOMİ


OSMANLILARDA EKONOMİ


Osmanlı sistemi oluşurken çok yönlü ve karmaşık bir etkileşim çerçevesi söz konusuydu. Öncelikle, zihniyet ve kurumların oluşmasında, geçmiş İslam devletlerinin büyük bir önemi vardı. Osmanlı Devleti de bu devletlerin mirasçısı idi. Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar, Eyyubiler, Memluklar ve Anadolu Beylikleri bunların en yakınlarıdır. İkta - timar, mukataa fütüvvet - ahilik - esnaf, hisbe - ihtisap gibi kurumların büyük ölçüde geçmiş İslam devletlerinden aktarıldığını biliyoruz.


Osmanlı Devleti bir ekonomik durgunluk döneminde kurulmuştu. Devletin oluşma döneminde yani XIV. yüzyılın başlarından XV. yüzyıl ortalarına kadar geçen bir buçuk asırlık zaman içerisinde Rönesans Avrupası’nın yaşadığı bu depresyon kısmen Doğu Akdeniz ve Anadolu için de geçerlidir.


Osmanlı Devleti’nin kuruluşu esnasındaki önde gelen vazifesi Anadolu birliğinin sağlanmasıdır. Bu amaçla Osmanlılar kuruluşlarından bir süre sonra Anadolu beyliklerini kendi topraklarına kattılar ve 1354’te Rumeli’ye geçtiler. Haçlılarla mücadeleler, Timur istilası, büyük veba salgını (1428-1429) gibi sebepler İstanbul’un fethedilip bütünlüğünün sağlanmasını 1453’e kadar geciktirdi.


Osmanlı Devleti’nin kuruluşu esnasındaki önde gelen vazifesi Anadolu birliğinin sağlanmasıdır. Bu amaçla Osmanlılar kuruluşlarından bir süre sonra Anadolu beyliklerini kendi topraklarına kattılar ve 1354’te Rumeli’ye geçtiler. Haçlılarla mücadeleler, Timur istilası, büyük veba salgını (1428-1429) gibi sebepler İstanbul’un fethedilip bütünlüğün sağlanmasını 1453’e kadar geciktirdi.


Osmanlı Devleti Fatih Sultan Mehmed (1451-1482) ile büyüme ve olgunlaşma dönemine girmiştir. XV. yüzyılın ortalarından XVIII. yüzyıl sonlarına kadar geçen bu olgunlaşma dönemi, modern kapitalizmin gelişme dönemine tekabül etmektedir ve bu dönem bir noktada kapitalizm ile mücadele tarihidir. Devlet ve ekonomi 1600 lerde olgunluk dönemine erişmiş ve esnekliğini kaybetmeye başlamıştır. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru dikkatleri çeken esnekliği kaybetme, hakim dünya istemi olma özelliğini de kaybetme demektir. Bu yüzden yüzyıl sonlarında Nizam-ı Cedid [yeni düzen] hareketiyle başlayan yenileşme ve batılılaşma dönemi atıf çerçevesini kapitalizmin oluşturduğu, bu sistemin model alındığı bir dönemdir.


Sınai kapitalizmin başlangıcını ifade eden XIX. yüzyıl başları, Osmanlı Devleti’nin modern kapitalizm karşısında enerjisini kaybettiği ve tamamen onun etki alanına girdiği dönemdir.


Mali Yapı


Osmanlı sistemi siyasi ve dini anlamda merkezi, idari ve mali anlamda mahalli özellikler taşımaktadır. Devlet mali yapıyı kurmak için öncelikle sayımlarla ülkenin gelir kaynaklarını tespit eder. Bu bir anlamda kayıtlı ekonomi demektir. Bu sayımlar öncelikle devletin timar kesimini teşkilatlandırır. Sonra nakdi kesimi oluşturan merkez maliyesi ve nihayet vakıflar kayda geçer. Bu üç kesim Osmanlı mali sistemini oluşturmaktadır.


Osmanlılar da iç ve dış olarak iki türlü hazine vardır. İç hazine dış hazinenin gelir fazlalarıyla birlikte çeşitli gelir kaynaklarına sahiptir. En önemli işlevi dış hazine için bir destek hazinesi ve bir kredi kurumu olmasıdır. Bu yönüyle çağımız merkez bankalarına benzer. Dış hazine ise günlük merkezi gelir ve giderlerin yönetildiği ve kayıtlarının tutulduğu devlet hazinesidir.


Merkez Maliyesi


Çeşitli kalemlerden oluşmuştur. Bunların yönettikleri gelir ve giderler Ruznamçe Kalemi denen Dış Hazine kaleminin koordinasyonu altındadır. XVI. yüzyılda yapılan bir oranlamaya göre devlet gelirlerinin %51’ini denetleyen merkez maliyesinin yıllık rakamlarını ‘bütçe’lerinden izlemek mümkündür. Buna göre devletin başlıca üç gelir kaynağı vardıdır: Mukataa, cizye ve avarız. Mukataalar, yaklaşık bir ifade ile genellikle özel teşebbüs tarafından işletilen kamu iktisadi ve mali kurumlarıdır. Toplam bütçe gelirleri içinde mukataa gelirlerinin oranları %24-37 arasında değişmiştir. İkinci tür gelir kaynağını oluşturan cizye, zimmi statüsündeki Müslüman olmayan faal erkek nüfustan alınır. Bundan başka tabi devletler, vergi vasfında maktu cizye öderlerdi. Bu gelirlerin toplam bütçe içindeki payı %23-48 arasındadır. Üçüncü gelir kaynağı olan avarız ise başlangıçta savaş harcamalarını finanse etmek için konmuş, fakat XVII. yüzyılın sonlarından itibaren olağan hale gelen vergidir. Oranı %10-20 arasında değişmiştir. Bütün bu gelir kaynakları Tanzimat’tan sonra ya değiştirilmiş veya ortadan kaldırılmıştır.


Bütçeler devletin tımar ve vakıf sisteminin dışında kalan nakdi harcamaları kaybeder. Bunların en önemlisi bazen umumi giderlerin %70’ine kadar yükselen asker maaş ve tazminatlarıdır. Modern bütçelerde önemli bir yer tutan kamu yatırım harcamaları bu bütçelerde yer almaz. Çünkü bayındırlık, eğitim, sağlık, diyanet vs. yatırımları hazineden para çıkışı ile değil, vakıflar, ocaklık gibi bazı mahsuplar ve vergi muafiyetleri ile yapılıyordu.


Gelirlerin giderlere yetmemesi iç ve dış borçlanmayı gündeme getirebilir. Bu yüzden Osmanlı ekonomisi XVII. yüzyılın sonlarındaki II. Viyana Buhranı yıllarında iç, 1856 Kırım Savaşı yıllarında da dış borçlanmaya başlamıştır. Bu olgular bir İslam ekonomisi olarak öz kaynak ekonomisi olan Osmanlı ekonomisinin klasik özellikleri kaybetmeye başladığını göstermektedir. Bu yeni mali yapı, yabancı sermayenin önem kazanmasına ve Galata Bankerlerinin etkili hale gelmesine yol açmıştır. 1862’de Galata Borsası ve 1863’te Osmanlı Bankası kurulmuştur. Bu süreç, yirmi beş yılda dış borçlarda moratoryum [borç erteleme] ilanına (1875) ve Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin kurulmasına (1881) yol açmıştır.


Timar sistemi

Bu sistemde devletin elde edeceği gelirin büyük bir kısmı timar kesimi içerisinde, belli gider alanlarına tahsis edilmektedir. Buna göre ziraatten alınacak vergi, devlet araya girmeden, doğrudan doğruya büyük kısmı asker olan timar sahiplerine bırakılıyordu.


Timar, ikta sisteminin devamıdır. Bunun esası devletin soyut mülkiyeti [rekabe, denetim] altındaki toprakların yine birer devlet memuru olan ve maaşlarını tımarlarının gelirlerinden [vergi] bizzat alan sipahilerin gözetiminde, kullanım [intifa] hakkına sahip köylüler tarafından işletilmesidir. XVI. yüzyılda bunun mali sistem içerisindeki payı %37 idi. Bu pay zaman içerisinde, ekonominin nakdileşmesine paralel olarak azalmıştı.


Timar sisteminin gerilemesiyle iç güvensizliğin artması etkileşim halindeydi. Hem sipahilerin hem de köylülerin topraklarını bırakıp özellikle şehirlere göç etmeye başladıkları görülüyordu. Çeşitli sebeplerle boş bırakılan timar toprakları zamanla özel mülkleşiyor, devlet başlangıçta bu gelişime karşı çıkmakla birlikte fiili durumları onaylamak zorunda kalıyordu.


Tanzimat tımar sisteminin hukuki varlığını ortadan kaldırmıştı. Özellikle artan yabancı baskısı ülke topraklarına daha kolay müdahale edebilmek için liberal bir toprak sistemi getirmişti. 1858 Arazı Kanunnamesi ile zirai topraklarda özel mülkiyet ağırlık kazanmış, miri toprakların el değiştirmesi hızlanarak yaklaşık %70’i özel mülkiyete geçmiş ve 1926 İsviçre Medeni Kanunu’na giden süreç başlamıştı.


Vakıf Sistemi

Sistem ülkenin eğitim, sağlık, diyanet ve bayındırlık yatırımlarını yürüten bir kurum olarak mali sistemin üçüncü alt öğesi ve sosyal güvenlik kurumu idi. Toprak vakıflarından elde edilen gelirlerin oranı XVI. yüzyılda %12 idi. Timar kesiminin gerileme süreci içinde bu oranın XVIII. yüzyılda %20’ye, XVIII. yüzyılda %25’e çıktığı tahmin edilebilir.


Üretim Yapısı

Osmanlı ekonomisi üretim ve arz yönlü bir ekonomidir. Fiyat istikrarını sağlamanın en önemli unsuru da budur. Sistem küçük üreticiliğe dayanmaktadır. Bu yolla ekonomi kendine yeterli hatta dış piyasaya yönelik bir sanayi ve tarım sistemine sahipti.


Siyasi nüfuza yol açan büyük toprak mülkiyetlerine mani olunması ilkesi, kişinin işleyebileceği toprakta hak sahibi olması gereğinin [tasarruf hakkı] toprak ve tarım siyasetinin esası olmasına yol açmıştır. Küçük üreticiliğin birinci yönü önce ikta sonra timar sistemine dayanan küçük tarımsal üreticiliktir.


Osmanlı sisteminde küçük ve müstakil işletme tipi esastır. Her biri bir bütün olan bu işletmelerin alım satımları, mirasçılara taksimi, parçalanması ve kiraya verilmesi, optimum büyüklüğün değişmemesi için hukuk dışı bırakılmıştı.


Merkezi otoritenin zayıfladığı ve mahalli güçlerin tarım kesimi üzerinde etkili olduğu XVII. ve XVIII. yüzyıllarda çiftlikler ve büyük üreticiler ortaya çıkmakla birlikte hakim üretim tipi küçük zirai işletmecilikti. 1840’larda yapılan bir araştırmaya göre ülkede ekili toprakların %80 civarında bir kısmı 60 dönümden küçük işletmeler tarafından ekilmekteydi. Bu durum özellikle Anadolu için geçerlidir. Rumeli bölgesinde ise çiftlik denen büyük tarım işletmeleri daha yaygındı. Yine Osmanlı tarımında geçimlik bir üretim tarzı hakimdi. Bunda ulaştırma imkansızlıkları da rol oynamaktaydı.


Küçük üreticiliğin ikinci yönü küçük sanayidir. Sanayi sisteminin temelini oluşturan küçük sanayi, esnaf teşkilatının elindeydi. Sanayi, öncelikle tarım ve hayvancılığa dayanmakta olup, deri ve dokunma sanayileri önemliydi. Bunun yanında gemi inşa sanayii gibi sanayi dalları da ciddi gelişme göstermişti.


Üretim miktarı yanında kalitesi ve standartlara uygunluğu da denetim altında tutulmuştu. Fiyat denetimi ile birlikte narh sisteminin bir yönünü teşkil eden bu uygulama üretici ve tüketiciyi korumaya yönelikti.


Üretim, devletin değil kişilerin yani özel teşebbüsün faaliyet alanı olarak görülmüştü. Devlete düşen ise denetim, adalet ve güvenliğin sağlanmasıydı. Devletin ekonomiye büyük ölçüde üretici olarak girmesi ve bu anlamda ekonomideki payının artması ile her alana el atıp hantallaşması, özellikle Tanzimat’tan sonraydı.


Osmanlı sanayi ve iç ticaret kesimleri esnaf birlikleri halinde teşkilatlanmıştı. Esnaf sistemi, kalite kontrol ve standardizasyon ile fiyat istikrarını sağlayıcı, haksız rekabeti, aşırı üretimi ve işsizliği önleyici bir anlayışa dayanıyordu.


Sistem yarı özerk yapısıyla devletin uyguladığı fiyat ve kalite denetimi demek olan narh nizamının en önemli yürütme ve denetim cihazını oluşturmuştu.


XIX. yüzyıl sonlarına doğru esnafın sanayi için teşkilatlandırılmasıyla, simkeşler, debbağlar, saraçlar, kumaşçılar, dökümcüler ve demirciler şirketleri kurulmuş ve sanayi mektepleri açılmıştı.


Ulaşım ve Ticari Yapı


Osmanlı ekonomisi geleneksel olarak ticaret serbestisini ve özellikle transit ve dış ticaretin geliştirilmesini bir ilke olarak benimsemişti. Bunun yanında ticari faaliyetlerde tekelci eğilimlerin güçlenmesine, üretici ve tüketiciyi zarara uğratacak durumların ortaya çıkmasına mani olmak için bir denetim mekanizması kurmuştu.


Sınırların en geniş olduğu dönemlerde Karadeniz, Marmara, Kızıldeniz birer iç deniz idi. Akdeniz, Hind Denizi ve Basra Körfezi’nde önemli ölçüde hakimiyet sağlanmıştı. Akdeniz ile Kızıldeniz ve Karadeniz ile Hazar Denizi birleştirilmek istendi. Osmanlı Devleti, XVI. yüzyılda, bir deniz devleti haline gelmişti.


Osmanlılar XVI. yüzyılın ortalarında Akdeniz’in en büyük donanmasına sahip olunca hem ülke içi ticarette, hem de dış ticarette önemli bir güvenlik unsuru oluşturmuş, Osmanlı barışını (Pax Ottomana) kurmuştu.


Kara ulaştırması deniz ulaştırması ile bütünleşmişti. Ulaşım teknolojisinde bir değişiklik yapılmamış, sadece yollar üzerindeki kervansaray, köprü gibi bayındırlık tesisleri korunup geliştirilmişti. Yol güvenliğinin sağlanması için de derbent teşkilatı oluşturulmuştu.


Osmanlıların Bizans ve Selçuklulardan devraldıkları İpek Yolu üzerindeki yolların bir kısmı tekerlekli araçların geçmesine elverişli düz yollardı. Büyük bir kısmı ise kervan ulaşımına imkan tanımaktaydı. İç ulaşımda da, deve ve tekerlekli araçlar kullanılmaktaydı. Taşıma maaliyetleri ise oldukça yüksekti.


XIX. yüzyılda deniz ulaştırma teknolojisinde değişiklikler oldu. Buhar gücü gemilerde kullanılmaya başlandı. İlk başarılı buharlı gemi 1807’de yapıldı ise de uzun yıllar ancak kısa mesafelerde kullanılabildi. XIX. yüzyılın ortalarına doğru buharlı gemiler, yelkenli gemilerin yerini aldı ve yüzyılın sonlarında yelkenli gemiler tamamen tasfiye edildi. Aynı yüzyılın ortalarında toplu taşımacılığa başlandı. Yine demiryollarının hizmete girmesiyle şehirlerde de kitle taşımacılığına başlandı.


Haberleşme klasik dönemde menzil teşkilatı içindeydi. Bunun yerini posta teşkilatının alışı ve gazete gibi kitle iletişim araçlarının devreye girişi XIX. yüzyılda gerçekleşmişti.


Osmanlı ekonomisi piyasa sisteminde bir yandan mümkün olduğu kadar tam rekabet şartları gerçekleştirmeye çalışılırken, bir yandan da rekabetin rekabeti öldürmesi engellenmek istenmişti. Bunun için etkili bir piyasa denetimi sağlanmış ve ihtikar gibi tekelci eğilimlerle mücadele edilmişti. Fiyat istikrarının sağlanması sosyal refah için elzem görülmüştü. Yine bu amaçla üretim, dağıtım ve tüketim makro anlamda planlanmıştı.


Fiyat ve kalite denetimi narh sistemiyle sağlanmıştı. Buna göre fiyatların, ilke olarak, tekelci müdahalelerin olmadığı bir piyasada serbestçe oluşması istenmişti. İç ticarette de mal bolluğu esas alınmıştı. Fiyat denetiminin en esaslı yolu budur. Bunun için tekelciliklerin önlenerek, aracıların ortadan kaldırılması ve malların üreticiden tüketiciye en kısa yollardan intikal etmesi sağlanmaya çalışılmıştı. Burada da tahsis siyaseti önemliydi.


Osmanlı toprakları, Doğu ve Batı ekonomilerini birbirine bağlayan İpek ve Baharat Yollarının üzerinde bulunuyordu. Bu yollardan elde edilen gümrük gelirleri devlete önemli bir kaynak sağlıyordu. Bunun için ticaretin denetimi ve yol güvenliğinin sağlanması devletin sorumluluğu altındaydı. Dış ticarette devlet denetimi, dışarıya altın ve gümüş çıkışının yasaklanması ve malların belli alanlara tahsis edilmesi şeklinde gözüküyordu.


Fatih zamanında Gedik Ahmed Paşa’nın fethettiği Kefe (1475), II. Bayezid, (1481-1512) in fethettiği Akkerman, Avrupa ve Asya tüccarlarının buluştukları ve fetihten önce İtalyanların denetimlerinde bulunan büyük pazarlardı. Yine 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar kabotaj hakkı Osmanlı Devleti’ne ait olduğundan, Karadeniz yabancıların ticaretine kapalıydı.


Bütün bunlar güçlü bir donanma ile mümkün olabilirdi. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) zamanında donanma Kuzey Afrika’yı fethedecek ve Akdeniz’de hakimiyet kuracak bir güce erişti. 1539 Preveze Savaşı Osmanlıların haçlı donanmasını yenip 1571 İnebahtı baskınına kadar geçen otuz yıllık süre içinde Akdeniz’de hakimiyet kurmasını sağlamıştı.


Osmanlıların Akdeniz ve Ortadoğu ticaretine hakim oluşları, Batılıları doğrudan Asya’ya ulaşma gayretleri içine itti. Bunun için Okyanus ulastırma ve ticareti XVII. yüzyılda önemini arttıracaktı. Bu dönemde Akdeniz ticaret filoları, Atlantik ticaret filolarının altına düşmüştü. Dolayısıyla Atlantik ticareti Akdeniz ticaretinin yerini almaya başladığı gibi, Atlantik filoları da Akdeniz ticaretinde önemli rol oynamaya başlamışlardı. Ancak Osmanlı Devleti kapitülasyon politikası ile ticari faaliyetlerin Akdeniz çevresinden tamamıyla uzaklaşmamasını sağlamıştı.


Osmanlı ekonomisinin XVIII. yüzyıl sonlarına kadar süren klasik dönemi kapitalizmin gelişme dönemine tekabül etmektedir. Piyasalarda mal bolluğu olması için dış ticaret teşvik edilmiş, ithalat ilke olarak kısıtlanmamıştı. Buna rağmen ihracat ithalattan fazlaydı. Bunun sebeplerinden bir tanesi ithal edilen malların, ithalat ikamesinin başarılı bir örneği olarak, tekrar ihraç edilebilecek kaliteli mal üretimine örnek teşkil etmesiydi. Yine ülkeye mal getiren  yabancı tüccarın, para ile değil, mal ile dönmesi gereği ilkeleştirilmişti. Bu da üretimi, dolayısıyla ihracatı arttıran bir fakördü.


Osmanlı ülkesinden dört tür malın ihracı genellikle yasaktı. Bunlar kıymetli madenler, temel gıda maddeleri, savunma araçları ve sanayi hammadeleriydi. Ülkeye mal getiren yabancı tüccarın ülkelerine yine mal ile dönemleri isteniyordu. Ancak Batı’da mal fiyatlarının yüksekliği Osmanlı ülkesinden Batı’ya doğru mal kaçakçılığı oluşturmuştu. Türkiye’ye yerleşen yabancı tacirler sadece toptancılık yapabiliyordu. Çünkü perakende ticaret, yerli esnaf ve tüccarın hakkıydı ve bu onlara azımsanmayacak bir pazarlık gücü sağlıyordu. Bunun yanında yabancı tüccarın yerli Rum, Ermeni ve Yahudi tacirlerle iş yapma eğilimi içerisindeki oldukları da bir gerçekti. Toptancı yabancı tacirlerin perakendeci Osmanlı gayrimüslimlerini tercih etmeleri Müslümanların iktisadi alanlarını daraltmıştı.


Osmanlı ülkeleri yabancı tüccarlar için cazip olmakla birlikte, Osmanlı tüccarları da dış pazarlarda ticaretle uğraşıyorlardı. Öte yandan içerde bazı malların kıtlığı çekildiğinde veya devlet tarafından bazı mallara ihtiyaç duyulduğunda, Rusya, Lehistan, Venedik ve İngiltere gibi ülkelere ‘hassa tacirleri’ denen satın alma heyetleri gönderilmekteydi.


Osmanlı Devleti yabancı tüccara tanıdığı hakları 1802’de henüz kendi tebaasında olan azınlıklara tanıdı. Önce ‘Avrupa tüccarlığı’, bir süre sonra da, Müslüman tüccar için ‘Hayriye tüccarlığı’ kuruldu (1829). Ancak  1838 Osmanlı İngiliz Ticaret Antlaşması ile Hayriye tüccarına verilmiş avantaj önemsizleşmişti.


Osmanlı ekonomisinde iç, dış ve transit ticaretten alınan vergiler gümrük sistemi içerisinde incelenir. İç ve transit ticaretten alınan vergiler iç gümrüklerin, dış ticaretten alınan vergiler de dış gümrüklerin konusudur. Bu vergilerin toplanmasıyla maliye bürolarından, özellikle, Maden Kalemi görevliydi.


Gümrük resmi, bir malın nakliyle ilgilidir. Yani bir yerde üretilip orada tüketilen bir metadan bu tür vergi alınması söz konusu değildi. Gümrükler deniz ve kara gümrükleri olarak ikiye ayrılırdı.


Dış gümrük vergilerin konmasında Osmanlı Devleti’nin ahidname-i hümayun adı altında yabancı devletlere verdiği ticari imtiyazlar bir başka ifade ile kapitülasyonlar önemlidir. Osmanlılar, kapitülasyon politikası ile mali, iktisadi ve siyasi amaçlar güdüyorlardı. Mali amaçlar transit ve dış ticaretten gümrük vergileri alarak hazineye katkı sağlamak, bunun yanında iktisadi amaç olarak ticareti mümkün olduğu kadar Akdeniz havzasında tutmaya çalışmaktı. Siyasi amaç ise Osmanlıların kendi çıkarları için Batılı devletlere imtiyazlar vererek bunları birbirlerine karşı kullanmaktı. Osmanlılar XVIII. yüzyılda da kapitülasyonları Batılılara karşı bir silah olarak kullanmaya devam ettilerse de sistem giderek kendi aleyhlerine işlemeye başlamıştı. Kapitülasyonlar Lozan Antlaşması (1923) ile kaldırılmıştı.


Para ve Finansman Sistemi


Bütün geleneksel ekonomilerde olduğu gibi Osmanlı ekonomisi de, klasik dönemde, madeni para sistemine dayanıyordu. Bu sistemin esası madeni paranın (altın ve gümüşün) eşya olarak kullanım amacıyla değil, mübadele amacıyla talep edilmesidir. Bunun da amacı para arzının mübadele ihtiyacına cevap verecek seviyede olmasıdır. Bu sistem istikrarlı bir para rejimi getirmiştir. Sonuçta 1326 ile 1760 arasındaki 414 yılda Osmanlı hesap parası olan akçenin toplam değer kaybının geometrik ortalaması %0,2 olmuştur. Bu ise enflasyonsuz bir ekonomi demektir.


1326-1757 arasında akçe, son zamanlarında çok küçülerek önemi azalmasına ve kullanışsız hale gelmesine rağmen hesap parası olarak kullanılmış; 1757’den sonra artık akçe basılmamıştı. XVIII. yüzyıl ortalarında bütçe vs. rakamları için pare, XIX. yüzyılda guruş ağırlık kazanmıştı. Tanzimat döneminde ise, temsili para sistemi ağırlık kazanmaya başlayarak yüzyılın sonlarında da lira esası kabul edilmişti.


Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde ufak gümüş paralar dar ticaret hacminin ve durgunluğun simgesidir. Orhan Bey (1326-1360), ancak İlhanlıların dağılması üzerine bağımsız olarak ilk Osmanlı akçesini bastırabildi (1326). Ancak Fatih (1451-1481) döneminde ticari faaliyetlerin gelişmesiyle büyük gümüş akçelere ve nihayet 1479 da ilk Osmanlı altın parası basılmıştı.

Osmanlı para sistemi uluslararası para ve maden hareketlerinin olumsuz etkisi altında kalmıştı. Özellikle XVI. yüzyıl sonlarında Avrupa’ya getirilen Amerikan gümüşleri bu kıtada talebi ve fiyatları yükseltmiş, bu da Osmanlı ülkesinden Avrupa’ya mal kaçışına ve içerde paranın değerinin düşme ve fiyatların yükselme eğilimi içerisine girmesine yol açmıştı. Bu ortamda ilk büyük devalüasyon [kur ayarlaması] yapıldı (1586). Ülkedeki yabancı para bolluğu da maden ocaklarının ve darphanelerin çalışmasını iktisadi olmaktan çıkarmıştı.


Osmanlı Devleti, II. Viyana buhranının şiddetlendirdiği para darlığı ortamında darphaneleri, ardından da madenleri açarak yerli paraya dönüş hareketi başlattı. XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kağıt para süreci başladı. Önce 1775’te yürürlüğe konan esham sistemini kağıt paraya geçişin ilk habercisi olarak görebiliriz. Tanzimat’tan sonra ise, 1840 yılında, tedavül ve ödeme aracı olan kağıt paralar çıkarılmaya başlandı. Bunların denetim ihtiyacı bankacılık tecrübesini de başlatmıştır. Bu nedenle ilk banka kabul edilen Bank-ı Dersaadet [İstanbul Bankası, Bank de Constantinople] devletin yetki verdiği iki Galata bankeri tarafından kuruldu. 1863’te İngiliz ve Fransız sermayesi tarafından kurulan Osmanlı Bankası da Osmanlı Devleti’nin merkez bankası gibi çalışmıştır.


Ticaretin teşvik edilmesi, kredi kullanımının da varlığını akla getirir. Nitekim özellikle sosyal dayanışma amacıyla kurulan para vakıfları yüksek bir kredi arzına sahipti. Yeniçeri orta ve esnaf sandıklarındaki paralar hep bu şekilde işletilirdi. Para vakıflarının vakıf bankalar olarak adlandırılacak kadar önemli idiler. Tefecilik ve resmi haddin üzerinde itirazda bulunma yasaklanmıştı. 


XIX. yüzyıl Osmanlı para ve maliye sistemi, Galata bankerleri denen grubun güçlenmesine tanık olmuştur. Bunlar Tanzimat’la birlikte etkilerini arttırmışlar, Galata Borsası’nı kurmuşlardır (1862). Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin kuruluşuna kadar (1881) bu bankerlerin ve borsanın etkinliği devam etmiştir.


Çalışma ve Sosyal Güvenlik Sistemleri


Osmanlı Anadolu’sunda nüfus az ve XVI. yüzyıldaki nüfus artışı hariç durgun olduğu için ücretler yüksekti. Bu yüzden işsizlik olayı değil, işgücü eksikliği vardı ve işçi devri yüksekti. Yine bundan dolayı Osmanlı ekonomisini bir artan verim ekonomisi olarak görmek ve ilave her emeğin verimi yükselttiğini söylemek mümkündür.


Osmanlı ekonomisinde emek faktörünü hür ve köle emeği olarak ikiye ayırabiliriz. Hür emek esnaf veya esnaf dışı olabilir. Birinciler gibi ikinciler de sıkı bir iş disiplinine tabiydi. Emek piyasası devlet denetimi altındaydı. Ücretlerin yüksek seviyesini hür emek yerine köle istihdamının daha elverişli olmasına yol açmıştı. Bu şekilde köleler genellikle çalışma süresinin sonunda hürriyetlerine kavuşuyorlardı.


Klasik  dönemde sosyal güvenlik işlevini vakıflar görmekteydi. Tanzimat’tan sonra ise merkezileştirme ve devletleştirme eğilimine paralel olarak bürokrasi sosyal güvenliğe hakim olmuştu. Klasik dönemde mecburi prim ödeme ve belirli bir emeklilik yaşı söz konusu değildi. Azledilme, ihtiyarlık ve sakatlık gibi durumlar hariç çalışma sınırsızdı.


İlmiye görevlileri genellikle vakıf sistemi içindeydi. Yeniçerilerin orta sandıkları, esnafın esnaf sandıkları, köy ve mahalle halklarının avarız sandıkları vakıf statüsündeki sosyal güvenlik kurumlarıydı. Bu tür vakıf paralar, %15’i geçmeyen resmi faiz hadleri üzerinden işletilebilirdi. Bu vakfedilen paralardan elde edilen gelirler sosyal güvenlik amacıyla kullanılmaktaydı.


Tanzimat’tan sonra ise vakıf-sandıklar devlet eline alınmış ve günümüz sosyal güvenlik kurumları oluşturulmaya başlanmıştır. Küçük çiftçi ise, bankacılık teşebbüslerine rağmen tefecilere bağımlı olmaya devam etmiştir.


ÖZET

Türklerin binlerce yıllık birikimin sonunda Osmanlılar ile zirveye ulaştıklarını varsayabiliriz. Osmanlıların nizam-ı kadim dedikleri klasik dönemin en esaslı birikimi bu uzun tarih içerisinde oluşmuştu. Orta Asya ve Ortadoğu’nun tecrübe birikimi, Anadolu’nun ve fethedilen bölgelerin mahalli gelenekleri İslam çerçevesinde asırlarca süren ve birbirlerine eklenen çabalarla özgün bir sistem meydana getirmiştir.


Yorumlar