Türklerde Ekonomi - Ahmet TABAKOĞLU 1
Türk iktisat tarihi eski dönemlere dayanmakla birlikte Türklerin Anadolu’yu yurt edinmeye başladıkları XI. yüzyıl, eski birikimlerin değerlendirildiği yeni bir başlangıç dönemidir.
Yaklaşık bin yıl boyunca oluşan sistem iki döneme ayrılabilir. Birinci dönem Klasik Dönem [nizam-ı kadim], ikinci dönem de Yenileşme Dönemidir [nizam-ı cedid].
Klasik Dönem, Türklerin Anadolu’yu yurt edinmeye başladıkları XI. yüzyıldan XVIII. yüzyıl sonlarına kadar uzanan yaklaşık sekiz yüzyıllık dönemdir. Klasik Dönem oluşma (1075-1453), olgunlaşma (1453-1683) ve esnekliğini kaybetme (XVIII. yüzyıl) alt-dönemlerine ayrılabilir.
Klasik Dönemden Yenileşme Dönemine doğru bir geçiş döneminden bahsedilebilir. 1718-1730 arasındaki Lale Devri’ni yenileşmeye hazırlık dönemi olarak görebiliriz. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla da savaş alanlarındaki yenilgisi onaylanan sistem, kesinlikle yenileşme arayışlarına girmiştir.
Yenileşme Dönemi dar anlamıyla Nizam-ı Cedid (1790-1826), II. Mahmut (1826-1839), Tanzimat (1839-1876) ve II. Abdülhamid (1876-1909) dönemlerine ayrılabilir. Yani yaklaşık bir ifade ile XIX. yüzyılı kapsar. XX. yüzyıl ise 1908’den sonra askeri bürokrasinin hakimiyeti ve Batılılaştırma doğrultusundaki yönlendirmesi altında sürmüştür. Bunun ilk bölümü II. Meşrutiyet (1908-1922) ve 1923’ten sonraki bölümü Cumhuriyet Dönemi’dir.
Ülkenin küçülmeye başlaması yenileşme ve Batılılaşmanın temel sebebidir. Bu eğilim XVIII. yüzyılın sonlarında III. Selim’in Nizam-ı Cedid Dönemini öncelikle askeri yönüyle açmasıyla hızlanmış, giderek idari boyut kazanmıştır. II. Mahmut Döneminde, 1826-1839 arasında yapılan reformlar Yenileşme Dönemi içerisinde öncekilerin bir devamı olduğu gibi Tanzimat’ın da habercisidir. Nitekim 1839-1876 yılları arasındaki döneme adını veren Tanzimat tabiri önceki reform hareketleri için de kullanılmıştır. Sonuçta Tanzimat bu sürecin ideolojik, hukuki ve siyasi bir kilometre taşını oluşturmuştur.
Öncelikle Türkiye’de oluşan iktisat sisteminin üç önemli kaynağını vurgulamamız gerekmektedir. Bunlar Anadolu topraklarının sahip olduğu iktisadi imkanlar, Türklerin Orta Asya döneminde oluşturdukları iktisadi gelenekler ve Türklerin VIII. yüzyıldan beri mensup oldukları İslam’ın iktisadi uygulamalarıdır.
ORTA ASYA TÜRKLERİNDE EKONOMİ
Bilinebildiği kadarıyla medeniyet tarihi Asya’da doğmuş ve gelişmiştir. Tarıma dayalı ilk medeniyetler olan Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hindistan, Türkistan ve Çin medeniyetleri hep Asyalıdır.
Asya kıtasını coğrafya ve üretim imkanları bakımından iki bölümde ele alabiliriz. Bunlar sulanabilir ovalar ile bozkır ve çöllerdir. İşte Türklerin anayurdunu oluşturan Orta Asya’nın kuzey yarısını kaplayan Türkistan; güneyde sıradağlarla çevrilmiş olduğu gibi, orta kesimlerinde de sıradağlar bulunan, çöl ve bozkırlarla kaplı -Anadolu’nun yaklaşık yedi katı genişliğinde -5,3 milyon km²’lik bir bölgedir.
Orta Asya’nın en büyük bölümünü teşkil eden bozkırlar, çöller ve dağlarda göçebe hayvancılık bütün çağlarda en önemli üretim tarzı olarak devam etmiştir. Fakat Türklerin Orta Asya’daki iktisadi faaliyetleri sadece göçebe kabilelerin otlak mücadelelerinden ve aşiret hayatının gereklerinden ibaret değildi. Irmak havzalarında zirai hayat ile Uzakdoğu-Ön Asya yolları üzerinde ticaret üçlü bir iktisadi sistem oluşturuyordu. Yüzyıllar içinde iktisadi hayat hangi istikamette gelişirse ilgili zümrelerde bir güçlenme görülmüştü.
Hunların M. Ö. IV. yüzyıldan itibaren Orta Asya’da sağladığı güvenlik ortamında ticari faaliyetler gelişmiştir. Çin-İran ve Çin-Hind ticaret yollarının açılmasıyla birlikte bölgenin hem iktisadi hem de kültürel hayatı canlandı. Özellikle Çin-İran ticaret yolu sayesinde muhtelif kavimlerin Türkistan’da buluşması sonucunda tarımın yanında, özellikle ipekli dokuma, çini, cam ve silah sanayileri gelişmişti. Kağıt, çini, cam ve ipek Doğu ve Batı Asya arasındaki esas ticari metaları oluşturmaktaydı. Zamanla İranlılar Türkistan ekonomisine hakim olmuşlardı. Bu faaliyetler yerleşik hayatı geliştirmişti. Öyle ki “Türkmen ülkesi” denen Talas ve Çu nehirleri havzasında 424-452 yılları arasında 400 kadar şehir ve kasaba mevcuttu.
Türkistan’da Göktürk ve Arap hakimiyetleri kuruluncaya kadar Doğu ile Batı arasında Kırım’dan itibaren İran üzerinden bozkır - çöl ticaret yolu çalışmaktaydı. Güney Türkistan’ın VI. yüzyılın ikinci yarısında Göktürk Devleti’ne, VIII. yüzyılda ise İslam hakimiyetine dahil olması sonucunda yeni ticaret yolları gelişmişti. Bu yollardan en önemlisi ‘İpek Yolu’dur. İskender döneminden beri beri varlığını bildiğimiz İpek Yolunun Batı ucu Antakya idi. Bu yol Doğu Türkistan’daki Kaşgar’da ikiye ayrılıyordu. Kuzey ve Güney doğrultularında devam ettikten sonra Çin’de tekrar birleşip Çin Denizi kıyısındaki Loy-yang’da son buluyordu.
Külçelerin bile ödeme aracı olarak kullanılabilmesi ticari mübadelelerin ne kadar büyük olduğunu gösterebilir. Küçük ödeme araçları olarak da gümüş - bakır karışımı madeni sikkeler kullanılmıştır. Kumaş ve deri parçalarının da temsili para olarak kullanıldığı bilinmektedir.
VI. yüzyıl ortalarında dağınık haldeki Türk boylarına hakim olan Göktürkler, tarım ve hayvancılık kadar ticaretle de uğraşıyorlardı. Hatta ticaretin engellenmemesi için Bizans ve Çin gibi devletlerle anlaşmışlardı. Bu politika Orta Asya şehirlerini de geliştirmiştir. Bu yüzden Göktürk hakanları göçebe askerlere dayanmakla birlikte yerleşik bir düzeni temsil ediyorlardı. Nitekim son Emevi halifesi Hişam (724-743) tarafından Göktürk hakanlarına gönderilen elçi onların medeni bir hayat yaşadıklarını belirtir. Özel olarak yünlü ve ipekli dokumacılıkları, halıcılık ve demircilikleri dikkat çekmekteydi. Yetiştirdikleri atlar çok meşhurdu. Sulama tesisleri tarıma verdikleri önemi gösterir. Yine kaynaklar Türklerin şehirleriyle, tüccar, emtia ve pazarlarıyla canlı bir ticaret hayatı sürdürdüklerini yansıtır.
Göktürklerin yerine geçen Uygur Hakanlığı’nda altın, gümüş, bakır eşya işçiliği gelişmiş, tarım, bahçıvanlık ve sulama tesisleri ve kumaş imalatı ileri bir seviyeye ulaşmıştı. Uygurlar düzenli şehirlerde oturuyor, kaliteli kağıt üretiyor, silah ve çeşitli aletleri imal edebiliyorlardı. VIII. yüzyıl sonlarında kağıdın Semerkand’dan bütün İslam dünyasına yayılması önemli bir olay teşkil etmişti.
Orta Asya’nın bozkır iklimi tarımın ancak suboyu ovalarında gelişmesini sağlamıştı. Fakat bozkır ikliminin hakim olduğu bazı bölgelerde sulama kanalları İslam hakimiyeti döneminden önce de vardı. Hatta Orta Asya titizlikle sulanan vaha şehirleri ile daha Sasaniler zamanında ileri bir durumdaydı. İslam döneminde de bu faaliyetleri o kadar gelişmişti ki, mahalli örfler İslam hukuku çerçevesinde tedvin edilerek bir sulama hukuku meydana getirilmişti.
Siyasi ve dini çekişmelere rağmen, Uzak ve Yakındoğu arasındaki ticari ve kültürel mübadeleler devam ediyordu. İslam, Ortadoğu’da olduğu gibi İran ve Türkistan’da da çeşitli kültürleri kaynaştırabilmişti. Türkistan, Abbasiler zamanında büyük bir medeni hamle gerçekleştirmişti. Çok düzenli ve mamur olan şehirlerde yüksek bir kültür hayatı yaşanmaktaydı. Semerkand, Buhara ve Harezm şehirlerinde üretilen yünlü ve pamuklu kumaşlar, Buhara halıları, Semerkand madeni eşyaları İslam ülkelerine ihraç ediliyordu. Altın, gümüş, demir, bakır gibi madenler ile cam imalinde kullanılan nişadır, neft, maden kömürü ve firuze taşları çıkarılıyor ve başka ülkelere sevk ediliyordu. Zirai faaliyetler ve sulama tesisleri gelişmişliğini sürdürüyor, kır kesiminde de adeta medeni bir hayat yaşanıyordu. Küçük nehirlerde ve kanallarda bile gemicilik ve nakliyat yapılıyordu. Aynı zamanda Türkistan, Doğu ile İslam dünyası arasındaki büyük ticaret yolları üzerinde bir transit ticaret bölgesi idi ve bu yollar üzerinde kervansaraylar bulunuyordu.
Gelişmiş ticari hayat içerisinde Horasan ve Harezm’de yaşayan zengin tüccarlar Sogd denen ticari bir dil konuşuyorlardı. İslam hakimiyeti bu ticari faaliyetleri güvenlik içerisinde daha da geliştirmişti. Belh, Merv, Buhara, Semerkand ve Kaşgar’da yeni ticaret kolonileri kurulmuştu. Issız bölgelerde inşa edilen Ribatlar [tekke-kale] hem bozkırların İslamlaştırılmasını hem de ticari güvenliği sağlamışlardı.
XI. yüzyılda Orta Asya ve Maveraünnehir’de meydana gelen ekonomik ve demografik hareketler, Türk coğrafyasında bir takım önemli siyasi ve askeri çatışmalara yol açtı. Bunların belki de en ciddi sonucu, Büyük Selçuklu Devleti’nin doğuşuna zemin hazırlamasaydı. Türklerin kurmuş olduğu en güçlü devletlerden biri olan bu devleti en fazla uğraştıran sorun, göçebe Oğuzların göç hareketini düzenlemekti. Bu sırada Oğuzlar büyük bir nüfus baskısıyla ve sürülerini besleyecek yeni otlaklar bulma ihtiyacı içerisinde Batı’ya ve Güney’e doğru hareket halindeydi. Selçuklu zaferleri bu göçebelerin daha da Batı’ya kaymalarına yol açıyordu. Bu göçler bir yandan Selçuklu Devleti’nin dayandığı insan unsurunu genişletirken, bir yandan da İslam şehirleri üzerinde büyük bir baskı oluşturuyordu. Bu da hem Abbasi hilafetini, hem de mahalli beylikleri çok rahatsız ediyordu. İşte Selçuklular bu büyük kitleleri Bizans üzerine sevk etmekten başka çare görmeyerek Anadolu’nun fetih hareketine başlamışlardı.
1071’den itibaren Bizans, Anadolu topraklarında İslamiyet ve Türkler önünde sürekli olarak gerilemiş, bu mücadeleler iktisadi faaliyetleri aksatmış ve XI. yüzyıldaki ilk Oğuz göçleri yeni bir dönemin açılmasını sağlamıştır.
İLK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİNDE EKONOMİ
Abbasi Hilafetine bağlı olup ilk Türk-İslam devleti sayılabilecek Tolunoğulları (868-905) devleti Mısır ve Suriye’de hüküm sürmüştür. Suriye ve Mısır üzerinden işleyen Afrika ticaret yollarına hakim olmaları gelir seviyesinin yükselmesine yol açmıştır. Nil nehrinden daha fazla yararlanmak amacıyla kanallar ve su kemerleri yaptırılarak tarımsal faaliyetlerin verimi arttırıldı. Dokumacılık yanında maden işçiliği, silah yapımcılığı, el sanatları ve süslemecilik de ileri seviyede idi.
Mısır ve Suriye’de hüküm süren ikinci Türk hanedanı olan İhşidiler (935-964) de Abbasi Hilafetine bağlı idiler. Bunların da çok kısa süren iktidarları Fatımiler tarafından sona erdirilmiştir. Tolunoğullarının gerçekleştirdikleri ekonomik seviyeyi koruyamamışlardır.
Karahanlılar (840-1212) Doğu ve Batı Türkistan’da hüküm sürmüştür. Karahanlılar Maveraünnehir ve Fergane gibi bereketli topraklarda, özellikle ticaretle zenginleşmiş bir halkı yönetmişlerdi. Hüküm sürdükleri Buhara, Semerkand, Taşkent, Talas gibi Türkistan kentlerinde üretilen kumaş, seccade, koşum takımları, çadır, kağıt madeni eşya, cam eşya, silah, deri ve atlar komşu bölgelere ve Ortadoğu’ya ihraç ediliyordu.
Gazneliler (963-1187) Afganistan’da hüküm sürmüştür. Gaznelilerin hüküm sürdükleri topraklar Hint ve Çin ticaret yolları üzerinde bulunuyordu. Yine toprakları içinde bulunan Horasan, Doğu-Batı ve Kuzey (Harezm ve ötesi) - Güney (Basra körfezi) ticaretinde bu yüzyıllarda büyük bir gelişme göstermişti. Yine bölgenin önemli bir kenti olan Nişabur da X. yüzyılın ikinci yarısında, zirai ürünler başta olmak üzere, çeşitli malların pazarlandığı uluslararası bir ticaret merkeziydi. Büyük ve küçükbaş hayvancılığın yanında Sistan’da altın madenciliği yapıyordu. Çarşı, köprü, bend ve su kemerleri de yakın zamanlara kadar kullanılan bayındırlık eserleri idi.
SELÇUKLU DEVLETLERİNDE EKONOMİ
Büyük Selçuklular
Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluş döneminde İslam dünyası bunalımlar içerisindeydi. Orta Asya’daki nüfus hareketleriyle yerlerinden kopan Türkler, yukarıda da değinildiği gibi, Anadolu’ya doğru harekete geçmişlerdi. Bu hareketi Selçuklu devleti organize etmişti. Anadolu’ya yerleşip burayı yurt edinen ve önce Anadolu Selçuklu sonra da Osmanlı Devleti’ni kuran Türkmen kitlelerinin bu hareketlerinin görünen maddi sebebi büyük nüfus artışıydı. Türkler karşısında 1071’den itibaren arada Haçlı seferleri gibi kesintiler olmakla birlikte sürekli gerileyen Bizans’ta bir nüfus durgunluğunun olması ve bu yüzden Anadolu’nun oldukça tenhalaşması, burayı konargöçer Türkmenler için bir cazibe merkezi yapmıştı.
Bu fetih hareketlerinden önce de birçok Anadolu kentine Müslüman-Türk gruplar yerleşmişti. Bu da ya ticaret kolonileri şeklinde veya Türklerin Bizans ordusunda görev almalarıyla mümkün olmuştu. Fakat Anadolu’nun Türkmenler tarafından iskanı düzenli bir şekilde Malazgirt zaferinden sonra Melikşah tarafından başlatılmıştır.
Büyük Selçukluların büyük şehirleri genellikle üç kısımdan oluşuyordu: Kale, asıl şehir ve varoşlar. Bazen ulu cami ile hükümet işlerinin yönetildiği kale iç şehrin [medine, şehristan] ortasında bulunurdu. Surlarla çevrili olan bu iç kısım dışarıya büyük kapılarla açılırdı. Surlar dışında geniş bir dış şehir [zahiru’l-medine, rabaz, birün] bulunurdu. Surlarla çevrili olan bu iç kısım dışarıya büyük kapılarla açılırdı. Surlar dışında geniş bir dış şehir [zahiru’l-medine, rabaz, birun] bulunurdu. Bunun da etrafında bahçeler daha da ötesinde bağlar ve tarlalar sıralanıyordu. Şehirlerin hemen hepsi surların dışına kurulmuş, her meslek ve sanat erbabı kendilerine mahsus çarşı ve mahallelere yerleşmiş idi. Bu suretle Orta ve Batı Asya’da Merv, Tebriz, Semerkand ve Amul gibi birçok büyükşehir kurulmuştu.
Selçuklu merkez maliyesine ait rakamlar iktisadi seviyenin bir göstergesi sayılabilir. Mesela Melikşah (1072-1092) zamanında Büyük Selçuklu Devleti’nin gelirleri 210 milyon altın dinara ulaşıyordu. Abbasi Devleti’nin gelirleri ise IX-X. yüzyıllarda sırasıyla 396 milyon 155 bin, 388 milyon 291 bin ve 299 milyon 265 bin dirhem olarak hesaplanmıştı. Bu rakamlar iki yüzyıl sonra Selçuklu gelirlerinin Abbasi gelirlerinin 5-7 katına ulaştığını göstermektedir. Zaten Melikşah’ın ülkesinin her tarafında inşa ettirdiği ulaştırma, konaklama, eğitim, savunma ve sulama tesisleri gibi altyapı eserleri, kurduğu yeni yerleşim merkezleri bu iktisadi kudret sayesinde yapılabilmişti.
Selçuklularda ordunun toprağa bağlanması iktisadi ve siyasi nizamın en önemli vakıasıydı. Bu şekilde İslam’ın ilk yüzyılından beri mevcut olan ikta sistemi geçirdiği çeşitli aşamalardan sonra Selçuklular tarafından geliştirilecekti.
İkta edilen topraklarda ferdi mülkiyet söz konusu değildi. Toprağı işleyen köylüler toprağın kullanım hakkına sahip idiler. Rakabe denen soyut mülkiyet ise devlete aitti. Bu esnek mülkiyet anlayışı içinde ikta sahipleri denen askerler ise hizmetlerinin devamı ve toprağa nezaret etmek şartıyla geçimlerini sağlayan, maaşlarını bu toprakların kanunnamelerle tespit edilmiş vergi gelirlerinden elde memurlar durumundaydı.
İktalar idari ve mali özerkliğe sahiptiler. İktalarda özel mülkiyet olmadığından, hibe, vakıf ve satış da söz konusu değildi. İkta, feodalite veya derebeylik anlamına gelmediği gibi bu yola dönüşmemesi için gerekli özen gösteriliyordu.
Büyük Selçuklular büyük iktalara izin vermemişlerdi. (Oysa sonraları Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar iktaları küçülterek aşiretçilik eğilimlerini zayıflatacaklardı). Böylece kendilerine geniş vilayetler verilen ve çoğu köle asıllı olan emirler iktaları içinde çok defa bin süvariyi geçen kuvvetleriyle küçük bir hükümdar gibiydi. Bu şekilde oluşturulan ordu, Büyük Selçukluların en kudretli zamanlarında 400 bin, Türkiye Selçukluları’nda 100 bin askere ulaşıyordu.
Alp Arslan ve Melikşah’ın büyük veziri Nizamülmülk (1018-1092), Melikşah zamanında ikta sisteminin yeniden düzenleyicisi olarak ortaya çıkmaktadır. Selçuklular Orta Asya’dan getirdikleri göçebe feodalizminden sıyrılıp elde ettikleri İslam ahlakına ilaveten bu ilkelerden hareketle üç-dört yüzyıllık uygulamayı devam ettirerek hukuki ve iktisadi nizamlarını kurarken Bizans’tan arta kalan feodalizmi de ortadan kaldırıyordu. Askeri ikta rejimi Büyük Selçuklu Devleti’nin her tarafına yerleştikten sonra diğer müesseseleri gibi, aynı kültür ve medeniyet dairesinde bulunan ülkelerde de uygulamaya konmuştu. Bu rejim Osmanlılarda evrime uğramış bir halde tımar sistemi olarak karşımıza çıkacaktı.
İkta sistemi içerisinde yer alan zirai yapı çok gelişmişti. Melikşah ve Sancar tarafından Irak, Horasan ve Harezm’de açılan veya imar edilen sulama kanalları ve tesisleri sayesinde zirai üretim çok artmış ve bununla geçinen yeni şehir ve kasabalar kurulmuştu.
Ticaretin Büyük Selçukluların hakim olduğu bölgelerde öteden beri örgütlü olduğunu biliyoruz. IX. yüzyıldan itibaren de fütüvvet teşekkülleri içinde esnaf birlikleri oluşmuştu. Gençlerin bir iş ve meslek sahibi yani üretici olma gereğinden kaynaklanan bu gelişme ile birlikte emekçi zümreler de fütüvvetin sağladığı ortak arayış biçimi etrafında birleşmeye başlamışlardı. Yine aynı yüzyıldan beri fütüvvet, Türkistan’dan Anadolu’ya kadar olan sahalarda, esnaf ve sanatkarlar arasında ve özellikle ticaret ve sanayi merkezlerinde yaygındı. Büyük Selçukluların, özellikle Melikşah zamanındaki iktisadi gelişimlerinde fütüvvet teşekküllerinin ve tarikatların dolayısıyla esnafın büyük yerleri vardı.
Anadolu Selçukluları
Malazgirt Savaşı ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşu Anadolu’nun Türkleşmesini yoğunlaştırdı. Fakat 1097-1176 arasındaki bir yüzyıla yakın süre Anadolu Türkmen nüfusunun Haçlılar ve Bizanslılara karşı mücadele ve iç mayalanma dönemidir.
II. Süleyman Şah’tan (1192-1204) itibaren Anadolu Selçuklu Devleti eski Türk aşiret zihniyetinin yıkarak merkezi ve üniter bir devlet haline gelmiştir. Bu sultan eski Türk geleneklerinde görülen ülkenin şehzadeler arasında bölüşülmesi geleneğine, köle asıllı kumandan uygulamasının da yardımıyla son vermiştir. Fakat daha sonra devletin çöküş döneminde göçebe Türkmenlere dayanarak oluşan beyliklerde bu gelenek tekrar ortaya çıkmıştır. Oysa Osmanlı Beyliği, II. Süleyman Şah’ın uygulamasını devam ettirerek ve bölünmeci eğilimleri sistemli bir şekilde engelleyerek üniter ve merkezi bir dünya devleti haline gelmiştir.
1176-1277 dönemi, büyük buhran döneminden sonra gelen gelişme ve refah dönemidir. Bu dönemde Anadolu, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney arasındaki milletlerarası ticaretin köprüsü ve merkezi durumuna gelmişti.
Fakat Selçuklu veziri Muineddin Pervane’nin Moğolları yenen Memlük kumandanı Baybars’la işbirliği yaptığı gerekçesiyle idamından sonra (1277) Anadolu iktisadi, içtimai ve siyasi kargaşalık içerisine düşmüştür. 1277-1318 arasındaki dağılma döneminde Anadolu’daki birçok alim, mütefekkir, sanatkar, şair, edip ve mutasavvıf, faaliyetlerini uçlarda kurulan Türkmen beyliklerinde yoğunlaştırmıştı.
Anadolu beylikleri dönemini hem kültürel hem de iktisadi yönlerden Anadolu Selçuklu Devleti’nin bir devamı olarak görebiliriz.
Mali Yapı ve İktisadi Refah
İslam toplumlarında kamu maliyesinin üç yönü vardır. Bunlardan birincisi rakamları bütçelere yansıtan merkez maliyesi, ikincisi askeri zümreye maaşlarına karşılık toprak gelirlerinin bağlanmasını ifade eden ikta ve timar ve üçüncüsü de genellikle yatırım harcamalarını yapan vakıf sistemidir. İktisadi ve sosyal refahı sağlayan en önemli unsur bu yatırımlardır.
Selçuklular, bütçe geleneğinin olduğu, vilayetlerin gelir ve giderlerinin tespit edilmesinin bir kural olarak benimsendiği bir bölgede hüküm sürmüşlerdir. Selçuklu Türkiyesinin de iktisadi yükselişini ve gerileyişini gösteren en sağlam gösterge devlet gelirleri olabilir. Moğol istilası döneminin sonlarına doğru Türkiye’nin iktisadi gücü bir hayli zayıflamıştır.
Şehirlerde toplanan en önemli vergi şehre giren ve çıkan metalardan alınan vergidir. Bundan başka pazarlardan, bac denen resimler toplanırdı. İlhanlılar devrinde şehir vergilerine tamga deniyordu. Bu ıstılah damga vergisi olarak günümüze kadar yaşamıştır. Bu vergiler de çoğu zaman doğrudan devlet tarafından toplanmıyor, mukataa şekline getirilerek iltizam usulüyle toplanıyordu.
Selçuklularda mali işlere Divan-ı İstifa bakmakta ve bu divanın başkanına müstevfi denmekteydi. Devlet gelirlerinin toplandığı hazineye Hızane-i Amire denirdi.
Müslüman olmayanlardan alınan vergi türü olan cizyenin önemli bir miktarda olduğu biliniyor. XIII. yüzyıl sonlarında bile Orta ve Doğu Anadolu’dan toplanan cizye, umumi gelirler arasında büyük bir yer tutuyordu.
Bu arada yol, köprü yapım ve bakımı veya herhangi bir sosyal hizmetle meşgul olan köyler bazı vergilerden muaf tutuluyordu.
Moğolların Anadolu üzerindeki mali baskıları XIII. yüzyılın sonlarından itibaren yoğunlaşmıştır. Bunun delili Anadolu’nun İlhanlılara ödemek zorunda bırakıldıkları vergilerdeki artıştır. Halkın alım gücü azalmış, talep gerileyerek bir depresyon ortamı oluşturmuştur. Ağır vergiler, mesela 1283’lerde olduğu gibi halkın yerini yurdunu terk etmesine ve vergi hasılatının beşte bire düşmesine yol açmıştır.
Anadolu Selçuklu Devleti Türkiye’de küçük ikta sistemini yerleştirmişti. Bu sistem Osmanlı tımar düzeninin esasını teşkil ederek, XIX. yüzyıla kadar hayatiyetini sürdürmüştür. İktaları yöneten ve sipahi denen askerler kumandanından erine kadar vergisi kendilerine bağlanan köylerde otururlar ve devletin çağrısı halinde gösterilen hizmeti görürlerdi. Birtakım vergilerin tahsilini de bizzat devlet üzerine almıştı.
Selçuklular zamanında Anadolu’da gerçekleştirilen en önemli iktisadi devrim toprakta özel mülkiyet yerine devlet [miri] mülkiyetinin getirilmesidir. Böylece Bizans feodal rejimi ve toprak aristokrasisi ortadan kaldırılmış, topraksız köylülere toprak verilmiş ve sefler hür köylü haline getirilmişlerdir. Bu şekilde Anadolu Selçuklu, daha sonra Osmanlı sistemi Avrupa’da XX. yüzyıl başlarına kadar mevcut olan büyük toprak aristokrasisi ile topraksız köylüler sınıfı oluşmasına imkan tanımamıştır.
Gelir dağılımındaki adaletin göstergesi oldukça güçlü bir orta tabakanın varlığıdır. Bu kesim de ahilerin teşkilatlandırdıkları esnaf birlikleri ile ikta sistemi içerisindeki yer alan sipahi ve köylülerden oluşan halktır.
İslam devletlerinde vakıf sistemi, sosyal güvenliğin temel kurumu olmakla birlikte yatırım harcamalarını yaptığı için mali sistem içerisinde yer alır. Geleneksel olarak servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması politikasının izlendiği ve halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması bir görev sayıldığı için özellikle vakıflar sosyal refahı arttırmaya yönelik birçok yatırım yapmaktaydılar. Zaten siyasi ve iktisadi düşüncesinde yeraltı suyolları, kanallar açmak, köprüler kurak, toprağın verimini arttıracak çalışmalar yapmak, ulaşım güvenliğini sağlamak için ribatlar [tekke-kale, derbent] yapmak, medreseler kurmak, yerleşimin güzel olmasını sağlamak sultanın görevleri arasında sayılmıştır.
İktisadi refah sosyal refahı beslemekteydi. Bu anlayış ve uygulamanın temel sebebi artan gelirlerin lüks ve ihtişamdan ziyade sosyal refahı yükseltmeye yönelmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun İslam iktisadının ve eski Türk siyasi düşüncesinin bir esası olduğunu biliyoruz.
Sağlık ve sosyal yardım kurumları, hastaneler [bimaristan, darüşşifa] ve hamamlar çok ileri ve yaygındı. Koruyucu hekimliğe çok önem veriliyordu. Askeri tıp da ileriydi. Anadolu’da bugün hala kullanılabilen bu hastanelerin en eskisi Gevher Nesibe Darüşşifası’dır. Bundan başka Sivas, Konya, Divriği, Çankırı, Kastamonu, Tokat, Amasya ve Aksaray hastaneleri Selçuklu Türkiyesi’nin bu alandaki başlıca eserleridir. Yine Anadolu’da özellikle tedavi amacıyla kullanılan 300 kadar kaplıca vardı. Bunlardan başka yetim mektepleri, acizler yurtları, zaviyeler, misafirhanelerin çok olduğunu biliyoruz.
Moğol istilası Türkistan ve İran şehirlerini bir daha eski ihtişamlarına dönemeyecek şekilde tahrip etmişti. Oysa Anadolu’da aynı derecede bir yıkıma yol açmadı; aksine bayındırlık faaliyetleri sürdü. Nitekim 1243-1277 arasında İlhanlılar Anadolu’da büyük abideler, camiler, medreseler, hastaneler, imaretler ve kervansaraylar inşa etti. Ancak 1277’de Selçuk veziri Pervane’nin Moğollar tarafından idamından sonra 1318 yılındaki yıkılışa kadar iktisadi ve sosyal hayatta çöküş sürecine girildi.
Üretim Yapısı
İkta sistemi içerisinde Selçuk Türkiyesi’nde bol miktarda buğday, pirinç, yulaf ve pamuk tarımı yapılıyordu. Göçebe kitleler de tarımla uğraşmakla birlikte onların asıl meşgalesi hayvancılıktı. Meralara sahip olan yerleşik köylüler de hayvancılıkla meşgul oluyorlardı.
Sığır ve at yetiştirmekte, koyun ve keçi önem taşımakta, uzun tüylü keçi yetiştirmekte ve komşu Müslüman ülkelere ihraç edilmekteydi. Hayvan ürünleri Bizans, Trabzon Rum İmparatorluğu ve özellikle Arap ülkelerine ihraç ediliyordu.
Özellikle şehir ve kasabaların civarında meyve ve bağcılığın büyük yeri vardı. Konya, Kayseri, Malatya, Amasya gibi şehirlerde bu tür faaliyetler yaygındı. Özellikle, İbn Battuta’nın belirttiği gibi, kurutulmuş meyve üretimi ihraç edilecek kadar önemliydi.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da da gelişmiş bir tarım hayatı vardı. XIII. yüzyılda Erzincan - Erzurum arası sulak otlak ve ekili tarlalarla dolu idi. Sulama kanalları zirai faaliyeti geliştirmiş, bağcılık ve bahçecilik yapılmış, hububat ve pamuk üretilmişti.
XII. yüzyıl sonlarından itibaren Anadolu bir bolluk diyarı olmaya başlamıştır. İlk Türkmen fetihleri, Bizanslı ve Haçlılarla mücadeleler faal nüfusu zirai üretimden koparmış, topraklar ve sulama tesisleri bakımsız kalmıştır. Fakat Anadolu’nun yurt edinilmesi süreci içinde durum değişmiş ve yapıcı gelişmeler olmuştur.
Moğol istilasının göçebeleri arttırdığını ve tarıma zarar verdiğini düşünmek mümkündür. Beyliklerin kurulması tekrar tarımın güvenliğini sağlamakla birlikte nüfus yetersizliğinden kaynaklanan talep eksikliği XIII. yüzyıl sonlarında deflasyon oluşturmuştur.
Selçukluların gelişmiş sanayi bir yandan zirai ve hayvani ürünleri değerlendirip madenleri işlerken diğer yandan da ticari faaliyetleri beslemişti, Tarım ve hayvancılık faaliyetleri deri eşya ve dokuma sanayiini geliştirmiş ve bunlar da Anadolu’nun en önemli ticari metalarını oluşturmuştu.
Anadolu’da çeşitli madenler çıkartılıyordu. Ulukışla’da ve Sivas yakınlarında demir, Kastamonu ve Diyarbekir civarında bakır, Gümüşhane, Gümüşhacıköy ve Kütahya havalisinde gümüş çıkartılıyor, Şarki Karahisar ve Kütahya’nın zengin şapları Batı Avrupa’da gelişmekte olan dokuma - boyama sanayinde kullanılmak üzere ihraç ediliyordu. Çünkü Doğu’da ve bu arada Anadolu’da şapın kullanılmasına gerek bırakmayan boyalar kullanılıyordu. XIII. yüzyılın sonlarından XV. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa’da kullanılan şapın Anadolu’dan geldiği ve şap ticaretinin Ceneviz ve Venediklilerin tekelinde olduğu ve yine bu dönemlerde Anadolu’da sekiz tuzla olduğu bilinmektedir.
Türkler daha Anadolu’ya gelmeden sınai tecrübeye sahiptiler. Türkistan’ın pamuklu, yünlü ve ipekli dokuma sanayii oldukça gelişmişti. Semerkand’ın gümüş işleri, Taşkent’in eğer takımları çok makbul idi. İslam dünyası kağıt gibi çini imalatını da Çin’den Türkistan aracılığıyla öğrenmişti. Fergana, Ilak ve Şalci’da altın, gümüş ve kıymetli taşlar çıkarılıyor; neft ve maden kömürü enerji hammaddesi olarak kullanılıyordu. Türkler bu tecrübe birikimini Anadolu’da değerlendirmişlerdir.
Selçuklu sanayi sistemini teşkilatlandıran şehir ahilerinin yani esnaf birliklerinin temelini deri işleyiciler, yani debbağlar oluşturuyordu. Deri ve dokuma sanayii birçok yan sanayi kollarıyla birlikte en önemli sanayi dallarıydı. Pamuklu, yünlü, ipekli dokumalar birçok çeşitleriyle dünya pazarlarında aranan mallardı. Bunun yanında göçebelerin halıcılık ve kilimcilik gibi küçük sanayi dallarında çok ileri gittikleri bilinmektedir.
Konya, Aksaray, Kayseri, Erzincan gibi şehirlerde ve bazı kasabalarda dokunan perdelik ve döşemelik kumaşlar iç talebe cevap verecek ölçüde belli bir kaliteye sahipti. Fakat Avrupa, Hindistan, İran ve Arap ülkelerinden lüks kumaş ithal edilmesi yerli üretimin ihtiyacını tamamen karşılamadığını gösterir. Bunun yanında göçebelerin ürettikleri halı, kilim, başlık ile Ankara’nın sof kumaşları gibi çok kaliteli kumaşlar dışarıya ihraç ediliyordu. Yine geniş halk tabakalarının ihtiyacının yerli sanayi ürünleriyle karşılandığını, zenginlerin talep ettikleri bazı lüks malların ise ithal edildiğini söyleyebiliriz.
Konya, Sivas, Kırşehir boyahanelerinde boya üretiliyor, kumaşlar boyanıyordu. Halkın aydınlatmada kullandığı yağlar bezirhanede üretiliyor, sabunhanelerde de sabun imal ediliyordu. Zenginler aydınlatmada daha lüks bir madde olan balmumu kullanıyorlardı.
Yapı malzemeleri sanayii dönemin önemli bir sanayi koluydu. Bugün bile Selçuklu eserlerinde gördüğümüz üstün vasıflı çiniler kaşihanelerde üretilmekte idi.
Bazı şehirlerde silah sanayii gelişmişti. Ok üretimi yaygındı. Germiyan’da çelikten süslü harp araçları, silahlar yapılıyordu. Kuşatmalarda kullanılan neffatelerin neftleri ve katran Erzurum’dan ve Antalya’nın kuzeyinden temin ediliyordu. Savaşlarda kullanılan silahların bir kısmı içerde üretilmiş olmalıdır.
Selçuklular denizlere çıktıktan sonra Akdeniz ve Karadeniz’de donanmalara sahip olmuşlar ve Sinop ile Alaiye’de tersaneler [daru’s-sınaa] işleterek gemi sanayiinde de faaliyette bulunmuşlardır. Kastamonu’dan sağlanan kereste Sinop tershanelerinde kullanılmaktaydı.
Dönemin kara savaşlarında önemli bir yere sahip bulunan atlar da yurt içinde yetiştiriliyordu. Bunu bir hayvancılık olarak değil gelişmiş bir sanayi dalı olarak görebiliriz.
Anadolu’da Selçuklu döneminden beri sanayi ve iç ticaret kesimleri fütüvvet ve ahilik ilkelerine dayalı esnaf birlikleri tarafından teşkilatlanmıştır. Anadolu ahiliğinin kurucusu 1205’te Kayseri’ye yerleşerek burada bir debbağhane kuran Ahi Evren’dir. Ahi teşkilatı sanayi ve ticaretle uğraşanların yanı sıra tarımda çalışanlar üzerinden de etkili olmuştur.
Her sanat erbabı ayrı ayrı birlikler halinde teşkilatlandığı gibi, bir teşekkülü besleyemeyecek kadar az miktarda olan muhtelif meslek sahipleri de bir teşekkülde toplanabiliyordu. Büyük şehirlerde muhtelif sanayi ve ticaret erbabının belirli yerlerde kapalı veya açık çarşıları vardı. Esnaf buralardaki dükkanlarda çalışırdı. Mesleki ahlakın dayanışmacı ve altrüist olması fütüvvetin tesirinin derecesini gösterir. Esnaf teşkilatı üretim faaliyetleri yanında, devletle esnaf arasındaki ilişkileri de düzenlemekteydi. Ücretlerin tayini, mal cinslerinin, standartlarının ve fiyatlarının tespiti de hep esnaf birliğine aitti.
Haçlı seferlerinden sonra korporasyonların oluşmasında İslam esnaf birliklerinin etkisi olduğu da belirtilmelidir. İslam esnaf birliklerinde, daha geniş olarak fütüvvet ve ahi birliklerinde iç disiplin, fütüvvetname dediğimiz dini - tasavvufi ilkelere dayalı yönetmeliklerle belirlenmişti. Bunun yanında devletin hisbe[ihtisap] kurumu vasıtasıyla daha çok tüketicinin korunmasına yönelik bir denetimi vardı.
Selçuklu esnaf teşekküllerinde işe ilk girenlere çırak veya yiğit denirdi. Ahilik mertebesi daha sonra kazanılırdı. Çıraklar çeşitli kişilerin nezaretinde mesleki ve manevi yönlerden yetiştirilirdi. Esnaf önderleri siyasi bakımdan da nüfuz sahibi kimselerdi. Diğer yandan, ahilik köylerde de alpler [sipahiler] zümresi ile ilişki kurmuştu. XIII. yüzyılın ikinci yarısından XIV. yüzyılın başlarına kadar büyük devlet adamlarının, kadıların, müderrislerin, tarikat şeyhlerinin, büyük tacirlerin ahi teşkilatına girdiklerini görüyoruz. Bu olgular ahiliğin bu geçiş döneminde sosyal itibarı çok yüksek bir kurum olduğunu göstermektedir.
Yine ahiler, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda gaziler, abdallar ve bacılarla birlikte önemli bir rol oynamışlardır. Rum gazileri daha çok cihad ve gaza ile meşgul olan, kırsal kesimde yerleşik alp ve alperen denen gruplardır. Rum abdalları Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük rol oynayan, genellikle gezgin sofi ve dervişlerdir. Rum bacıları ise ahi teşkilatının bir yan kuruluşu olan silahlı kadın birlikleri olmalıdır. Bütün bunlar Moğol istilası ve Selçuklu Devleti’nin yıkılış ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Anadolu’nun savunulmasında ve sosyal düzenin devamında görev almışlardır.
Osmanlı Devleti’ni kuranlar, Fatih Sultan Mehmed dahil ilk Osmanlı padişahları, ilk Osmanlı vezirlerinin çoğu hep ahi önderleri ve şeyhleridir. Hatta ilk Osmanlı yeniçeri birliklerinin ahilerden oluştuğu ileri sürülmüştür.
Ahi teşekküllerinin devlet otoritesinin zayıfladığı bir dönemde Anadolu’nun her yerinde siyasi ve idari etkinlik sağladıkları ve devletin işlevlerini gördükleri bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin katiyetle kurulmasından sonra ahilik siyasi ve idari işlevlerini sadece esnaf birlikleri içerisinde sürdürmüştür.
Para ve Ticaret
Türkmenler Anadolu’yu fethederlerken, tıpkı ilk İslami devirlerde olduğu gibi, yerli para sistemine pek dokunmamışlar ve bu konuda oldukça esnek bir geçiş gerçekleştirmişlerdi. Osmanlılar da aynı şekilde davranmışlardı.
Selçuklular başlangıçta ele geçirdikleri bölgelerde tedavül eden Bizans paralarını kullanmışlardı. Anadolu’nun ilk fatihlerinden olan Danişmendliler aynı şekilde davranmış; Gümüştekin Gazi (1084-1134) ilk kez Türkmen parası bastırmıştı. Bundan bir süre sonra da Sultan I. Mesud (1116-1155) ilk Selçuklu paralarını tedavüle çıkarmıştı. Bu paralar bakırdandı. İlk Selçuklu gümüş parasını [dirhem] ve altın parasını [dinar] II. Kılıç Arslan (1155-1192) bastırmıştı. Bakırdan gümüşe ve altına geçiş bir yönüyle talebin genişlediğini gösterir.
Türkiye Selçukluları ticareti teşvik ederken, bununla uyumlu bir para politikası izliyorlardı. Latinlerle yaptıkları ticaret anlaşmalarında altın, gümüş ve mücevherat ithali gümrük muafiyetleriyle desteklenerek, ülkede para arzını genişletecek maden girişi desteklenmiş, kıymetli maden ve nakit para çıkışı ise yasaklanmıştı. Beylikler tarafından da yürütülen bu politika Osmanlılar tarafından da sürdürülmüştü.
Parada ondalık sistem hakimdi. Yani genellikle 10 dirhem 1 dinara eşit kabul ediliyordu. Halk arasında dinara altın, dirheme ise daha Orta Asya dönemlerinden beri akçe ismi veriliyordu. Selçukluların bastıkları dinarların altını fazla ve akçeleri saf idi. Bir iktisadi genişleme dönemi olan Alaeddin Keykubad döneminde, onun adına basılan dinarlar uzun süre dünya piyasalarında sikke-i alai veya Keykubadi adıyla tedavül etmişti. Moğol istilasından sonra Selçuk altınları piyasadan kalkmış, Beylikler döneminde İlhanlı, Mısır ve Floransa [florin] altınları onların yerini almıştı.
Anadolu’nun İlhanlı Devleti’ne katılması, paraların İlhanlı paralarına göre ayarlanmasını takiben kağıt para tecrübesini gündeme getirmişti. Aslında Asya’da kağıt para uygulamasının geçmişi eskiydi. Çin bu uygulamasının önderiydi. Çin kağıt parasına çav [chao] adı veriliyordu ki İlhanlılar İran ve Anadolu’da bunu tedavüle sürmek istemişlerdi. Bununla birlikte İslam dünyasında kağıt para geleneği yoktu. Üstelik birçok klasik düşünür gibi İslam bilginleri de para kavramını altın ve gümüşle özdeşleştirmişler ve bu da adeta bir inanç şeklinde kamu vicdanına yerleşmişti. Bu yüzden İlhanlı hükümdarı Geyhatu’nun (1291-1295) Çin kanalıyla Uygurlardan alıp, 1294’te yine çav ismiyle İran’da piyasaya sürdüğü kağıt para halkın, esnaf ve tüccarın direnmesiyle karşılaşmış ve bir hafta ticari hayatı felce uğrattıktan sonra tedavülden kaldırılmıştı. Bu sisteme geçmek için Anadolu’da da hazırlıklar yapılmış, fakat İran’daki gibi huzursuzluğa yol açması sebebiyle uygulamaya geçilmemişti.
Selçuklular iktisadi genişleme dönemlerinde ödemeler için altın ve gümüş külçeler kullanıyorlardı. Bu vakıa hem ticaret hacminin genişliği hem de alışların büyüklüğü hakkında fikir verebilir.
Selçukluların yıkılış ve beyliklerin kuruluş döneminde akçe [dirhem] ağırlığı bir iktisadi daralmayı ve durgunluğu simgelemektedir. Hatta beylikler devrinde piyasa ancak bu dirhemin yarısı ağırlığında basılan küçük paraları kaldırabiliyordu. Bunun sebebi hem gümüş darlığının hem de talep yetersizliğinin büyük ve ağır para basmayı gereksiz kılmasıdır. Buna bağlı olarak, özellikle Batı Anadolu’da fiyatların düşük olması idi.
Ticari ortaklıklar geliştirilmiş, hatta XIII. yüzyılın başlarından itibaren ortak tabiri bizzat tacir anlamında kullanılmıştır. Anadolu Selçuklu toprakları içinde birçok Türk’ün sarraflık yaptıkları bilinmektedir. Selçuklular sahasında İlhanlılar devrinde de devam etmek üzere yaygın bir para ticareti mevcuttu. Özellikle ortaklar bu işle de meşgul oluyorlardı. Bütün bunlar Selçuklular döneminde para ekonomisinin ve bütün sonuçlarının etkili olduğunu göstermektedir.
Selçuklu iç ticareti ve iç pazara yönelik küçük sanayi ahiler tarafından örgütlenmiştir. Selçuklu Türkiyesi’ndeki gelişmiş şehir hayatı gelişmiş bir iç ticaretin varlığını göstermektedir. Selçukluların fethettikleri yerlerde ilk yaptıkları işler orada cami, medrese ve zaviye inşa etmek ve ilim adamları, kalifiye işgücü ve tüccarlar başta olmak üzere, Türk nüfusu buralara yerleştirmek oluyordu. Böylece kültürel ve ilmi faaliyet yanında sinai ve ticari faaliyetin de gelişmesi amaçlanıyordu.
Şehirlerdeki ticari faaliyetler hanlarda, meydan pazarlarında ve çarşılarda cereyan ediyordu. Kapalıçarşılar Selçuklu ticaretinde de önem taşıyordu. Özellikle toptan ticarette hanların önemli oldukları bilinmektedir. Her cins mal için ayrı ayrı hanlar vardı. Pirinççiler hanı, pamuk hanı, meyve hanı gibi hanlarda tüccarlar bu maddelerin alım satımını idare ediyorlardı. Şehir surlarının dışında kalan hanlar ise transit yolcuların ve tacirlerin konaklamaları amacıyla kullanılıyordu. Bunlar kervansaray özelliği taşırlardı. Kapalı veya açık çarşılardaki dükkanlarda esnaf vs. perakende ticaret ile meşgul oluyorlardı.
Şehirlerde yoğunlaşan ticari faaliyetler sınai faaliyetleri de yönlendirmekteydi. Tüccar zümresi iç ve dış ticarete katılan kervanları donatan, iç ve dış pazarlardan şehrin ihtiyacını temin eden ve sinai faaliyetleri bu amaçlara uygun olarak düzenleyen müteşebbis bir zümre idi. Bu zümre sadece kendi sermayesini değil bürokrat ve halkın tasarruflarını da işletiyorlardı. Büyük kazançlar elde etmek için büyük tehlikelere katlanıyordu. Şehirdeki sanayi ile şehir halkının ve civardaki göçebelerin bazı ihtiyaçlarını karşılıyordu. Pazarlar ve panayırlarda bu alışverişi tanzim ederdi. İç ve dış piyasaların talep ettiği malların üretimini gerçekleştirdi.
Selçuklu Türkiyesinin milletlerarası iktisadi faaliyetlerden en çok gelir getireni transit ticaretti. Selçukluların sağlamış oldukları siyasi birlik ve emniyet ortamı içerisinde iç gümrüklerin vs. kaldırılması ticari faaliyetleri genişletmişti. Büyük tüccar kervanları Türkistan, Harezm, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu istikametinde emniyetle sefer yapıyorlardı.
Ticari kurumların geliştirilmesi Anadolu’nun transit ticaret bölgesi olması özelliğini güçlendiriyor, bölgede milletlerarası mübadele hacmi çok genişliyordu. Ticaretin herhangi bir yolla engellenmek istenmesi savaş sebebiydi. İç ve dış ticaretin geliştirilmesi amacıyla bazı vergi muafiyetleri getirilmişti. Mesela Melikşah’ın (1072-1092) kaldırdığı ticari vergi ve gümrüklerin toplamı 600 bin dinara ulaşıyordu. Melikşah ticari hareketliliğin, vergi kaybını birkaç katı fazlasıyla telafi eden çoğaltan etkisiyle, ülke gelirlerini arttıracağını biliyor olmalıydı.
Haçlı seferleri ve Suriye’de kurulan haçlı devletleri sayesinde ticari, kültürel ve medeni ilişkiler gelişmiş ve Akdeniz hakimiyeti Avrupa’nın eline geçmişti. Melikşah’ın ölümünden sonraki buhran döneminde Suriye’ye yerleşen haçlılar, Selçuklular ve halefleri tarafından birkaç yüzyıl süren mücadelelerden sonra bölgeden atıldılar ise de, Ortadoğu ile kurulan bu ilişkiler Avrupa’nın iktisadi ve medeni gelişmesine ve nakdi mübadelenin yaygınlaşmasına yol açmıştı.
Selçuklu fetihleri sonucunda Anadolu dünya ticaret yollarına açılmış ve ülke iktisadi ve kültürel bir gelişme göstermişti. Bizanslılar ve Haçlılarla yapılan savaşlara rağmen XII. yüzyılda İstanbul ve Tebriz arasında Konya üzerinden işleyen bir ticaret yolu vardı. 1176’dan sonra emniyet ortamının sağlanmasının ardından da dünya ticaret yolları Anadolu’da işlemeye başlamıştı. Akdeniz hakimiyeti Müslümanlardan Hristiyanlara geçtiği, haçlı seferleri ile Doğu ticareti geliştiği ve bu sayede Avrupa’da iktisadi ve medeni gelişme başladığı için, Anadolu Doğu-Batı ticareti için bir köprü özelliğini tekrar kazanmıştı. Selçuklu sultanları ticari faaliyetlerde birlik ve bütünlüğün önemini kavramışlar, siyasi ve askeri hareketlerini buna göre ayarlamışlardı.
Bütün ticaret yollarında sürekli işleyen kervanların güvenliklerini sağlamak amacıyla devlet kervansaray ağı oluşturmuştu. 1243’ten önce bunların sayısı 40 kadardı. XIII. yüzyıl ortalarında sadece Kayseri-Sivas yolunda 20 han [kervansaray] vardı. Bu faaliyetler büyük vakıf gelirleriyle finanse ediliyordu.
I. Giyaseddin Keyhüsrev (1192-1211) Karadeniz ve Akdeniz ticaret yollarını açmak üzere seferler yapmıştı. Samsun ve Antalya’da daha fetihten önce Türk ticaret kolonileri kurularak bu şehirler Türkiye’nin birer ithalat ve ihracat limanı haline getirilmişti.
Antalya’nın fethi (1207) Türkiye’nin ticari ve iktisadi gelişmesini hızlandırmış, Selçuklular ilk defa haçlılarla antlaşmaları yapmışlardı. Yine bu seferden sonra ticaretten alınan bac ve geçiş vergileri kaldırılmış, yol güvensizliğinden kaynaklanan sebeplerden dolayı zarar gören tüccarın zararlarını tazmin etmek amacıyla bir ticaret sigortası sistemi oluşturulmuştu. Böylece Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında sağlanan siyasi güvenlik ortamı içerisinde ve kervan yolları ile tüccarın himayesi sayesinde Türkiye milletlerarası bir transit ticaret merkezi haline gelmişti.
Oğlu I. İzzeddin Keykavus zamanında da Avrupa ticaretine aracılık eden Kıbrıs ile ilişkiler güçlendirildi ve iki taraf tüccarına serbesti tanıyan bir antlaşma yapıldı (1214). Bu antlaşma metinlerine göre, Antalya halkının Bizans döneminde sahip oldukları ticaret filosu artık bir Selçuklu filosuna dönüşmüştü. Antakya limanı aracılığı ile Akdeniz ticareti düzene konmuştu. Karadeniz yollarını da emniyet altına almak amacıyla Sinop fethedilmiş (1214) ve güvenli bir ticaret limanı haline getirilmişti. Böylece Selçuklu ekonomisi Avrupa ticaretine açılmış, Akdeniz ve Karadeniz ülkeleriyle doğrudan ticarete girişmek imkanını bulmuştu.
I. Alaeddin Keykubad (1220-1237) Anamur gibi Güney’de bazı önemli mevkileri ele geçirmiş, Doğu Anadolu’da Kahta, Çemişgezek, Erzincan, Erzurum, Ahlat gibi önemli ticari merkezleri zaptetmişti. Yine Keykubad zamanında yeni kurulan Alaiye şehri [bugünkü Alanya] ticari bir öneme sahip olmuştu. Mısır ve Suriye ile yapılan ticaretin merkezi olmuş, buradan bu bölgelere özellikle kereste ihraç edilmişti. Avrupa-Asya, Kuzey-Güney ticareti bu dönemde çok yoğunlaşmış, Anadolu transit ticaret merkezi olma özelliği en üst seviyeye ulaştırmıştı.
Kırım’daki Soğdak’ın ele geçirilmesi Selçukluların Karadeniz hakimiyetine yol açmıştı. Böylece Anadolu tacirlerinin ve İskenderiye-Antalya-Sinop yolunu daha güvenilir bulan Mısırlı tacirlerin Güney Rusya ile yaptıkları ticaret emniyet altına alınmıştı. Bu şehir 1239’daki Moğol işgaline kadar Selçukluların elinde kaldı. Yine mühim bir transit ticaret bölgesi olan Küçük Ermenistan ticaret kervanları için bir güvensizlik faktörü olduğundan Keykubad tarafından cezalandırılmış ve bütün zararları tazmine mecbur olmuştu.
Anadolu’da gelişen milletlerarası ticari faaliyetler, iktisadi ve sosyal gelişmeyi hızlandırmış, Keykubad bu sayede büyük inşaat faaliyetlerine girişmişti. Keykubad’dan sonra Moğol istilasının da etkisiyle özellikle 1277’de Pervane’nin idamından sonra iktisadi durgunluk başladı. Güvensizlik yüzünden çiftçiler zaman zaman ziraat edemez, Suriye-Anadolu arasındaki büyük kervan yolu işleyemez hale gelmişti. Çünkü İlhanlıların tabii ve müttefiki olan Ermeniler bu yolu basmaktaydı. 1274’te Anadolu’dan Suriye’ye at ve katır götüren bir kervanın Ermeniler tarafından Göynük’te soyulması, bölgede kargaşalığa yol açmış ve bu da Memlük sultanı Baybars’ın Kilikya’ya girmesine yol açmıştı. Zaten İlhanlılarla Memlüklar arasındaki çekişme Anadolu ticaretini sarsmıştı.
Beyliklerin kurulmasından sonra da yabancı tüccarlar bölgedeki faaliyetlerini sürdürmüşlerdi. İtalyanlar bu ticarette faal rol oynamışlardı. İlhanlı Devleti’nin dağıtılması üzerine, İran ve Uzakdoğu ile İtalyanlar arasındaki ticaret tamamen durmuştu. Fakat beyliklerin yürüttükleri küçük çaplı ticaret, bu bölgeler Osmanlılarca ele geçirilinceye kadar sürmüştü.
Ancak Selçuklular Karadeniz ve Akdeniz’de limanlar fethetmelerine rağmen deniz kuvvetleri yeterli olmadığından deniz ticareti ile doğrudan meşgul olamamışlardı. Avrupa-Asya ticaretinin ana yolları Küçük Ermenistan’ın Yumurtalık, Rum İmparatorluğu’nun Trabzon limanlarına ulaşıyordu. Bunlar yalnız transit ticaret için değil dış ticaret için de büyük merkezler idi. Bu yüzden Anadolu’nun kara ticaret merkezleri deniz ticaret merkezlerinden daha fazla gelişme göstermişlerdi.
Türkiye, Bizans, Trabzon Rum İmparatorluğu ve Güney’deki Küçük Ermenistan ile gıda maddeleri alışverişinde bulunuyordu. Katolik Avrupa ile yapılan ticarete Antalya, Alaiye ve Yumurtalık limanları vasıtasıyla daha çok Ermeni tüccarları aracılık ediyorlardı. Bu dönemde İtalyanlar, Akdeniz ve Karadeniz’de limanlar elde eden Selçuklularla ticari ilişkiler kurma ihtiyacı duyuyorlardı. Daha önce belirttiğimiz antlaşmalara göre Selçuklu sultanları Venediklilerin hiçbir vergiye tabi olmadan ülkeye altın, gümüş, buğday ve mücevherat ithal etmelerini sağlamıştı. Yine İtalyan tacirleri Selçuklu ordularınının talep ettiği bazı silahları Anadolu’ya getiriyorlardı.
Dönem Türkiye’sinin ihraç edilen gıda maddeleri arasında, Arap ülkelerine sevk edilen kayısı gibi kuru meyveyi zikredebiliriz. Atlar ve kasaplık hayvanlar Suriye, Irak ve İran’a ihraç edilen mallar arasındaydı. Avrupa’ya bazen Kıbrıs aracılığıyla ihraç edilen sanayi hammaddeleri arasında yün, deri, ham ipek, pamuk, zamk, reçine ve şap ile birlikte dokuma ve ilaç üretimlerinde kullanılan birçok bitkiyi sayabiliriz. En önemli ihraç mallarını dokuma ürünleri oluşturmaktaydı. Güney Anadolu kıyılarından Mısır’a kereste ihracatı yapıldığı gibi Sivas’tan Kuzeyli Kıpçak, Rus ve Çerkes köleleri İslam ülkelerine, özellikle Mısır’a gönderiliyor ve Memluk ile Eyyubi Devletlerinin ordularında ve saraylarında istihdam ediliyordu.
Selçuklu Türkiyesi İslam ülkelerinden, Kuzeyde Bulgar ve Kıpak-eli’den Bizans ve Avrupa’dan geniş ölçüde ithalat yapıyordu. O zaman lüks bir gıda maddesi olan şeker Mısır, Şam ve Irak’tan geliyordu. Bununla birlikte Alaeddin Keykubad döneminde Alaiye’de şeker üretimi yapılıyor ve Antalya limanından da şeker ihraç ediliyordu.
Ülkeye Mısır, Bağdat, Şam ve Tebriz’de imal edilen çeşitli kumaşlar ve Kuzey Türklerinin ürettikleri kürkler ve Rus ketenleri de giriyordu. Iran’tan cam ve avize ithal ediliyor, Bizans’ta rumi adıyla dokunan lüks ipekli kumaşlar, diba, atlas vs. zengin çevrelerde talep ediliyordu. Avrupa’dan miğfer, mağribi mancınık, gümüş Venedik tolgası, kalkan, zırh gibi savunma araçları ve bazı kumaşlar, değişik ülkelerde sabun, kurşun ve pamuklular ithal ediliyordu.
Milletlerarası ticaret ve mübadelenin genişlemesi Anadolu’da yine milletlerarası fuarların kurulmasına yol açmıştı. Bunlar genellikle şehrin uzağında, yabanda kurulduğu için yabanlu adını alıyorlardı. Kayseri ile Elbistan arasında, Anadolu ile Suriye ve Irak kervanlarının işlediği büyük kervan yolu üzerinde Karahisar ovasında kurulan Yabanlu pazarı çok meşhur idi. Dört bir yandan gelen tüccarlar mallarını burada mübadele ederlerdi. Başlıca emtia, Türk ve Rum asıllı köle ve cariye, kaliteli at ve katırlar, atlas ve saklatun kumaşlar, kunduz ve samur kürkleri idi.
Şehir girişlerinde de pazarlar kuruluyordu. Daha çok göçebe Türkmenlerin hayvan ürünü satıp mamul madde aldıkları bu pazarlara Türkmen pazarları deniyordu. Yine Antalya gibi liman şehirlerinde büyük pazarlar vardı.
Selçukluların yıkılış dönemi olan XIII. yüzyıl sonlarıyla XIV. yüzyıl başlarında dış ticarette de bir durgunluk baş göstermişti. Zira ticari ilişkilerin yoğun olduğu Bizans ekonomisi Batı’nın rekabeti karşısında gerileme halindeydi. Memluklar Papalığın uyguladığı ambargo dolayısıyla para darlığı ve iktisadi gerileme içerisindeydi. Nihayet Selçukluların bağımlı oldukları İlhanlılar da artık dağılma dağılma işaretleri göstermeye ve dış ticaret için güvenli bir ortam sağlama imkanlarını kaybetmeye başlamışlardı.
DİĞER XI - XVI. YÜZYIL TÜRK DEVLETLERİNDE EKONOMİ
Anadolu Selçukluları döneminde ve sonrasında Türkistan ve Ortadoğu’da -bir bölümüne Birinci Kısım’da yer verilen- çeşitli devletler ve beylikler hüküm sürmüştür. Bu kısımda söz konusu siyasi oluşumlardan kayda değer iktisadi faaliyet gösterenler hakkında kısaca söz edilecektir.
Fars Atabeyleri (1148-1286) Oğuzlardan Salgurlular boyu tarafından kurulmuştu. Basra körfezinin kuzey kısımlarında hüküm sürmüşlerdi. Liman kentleri ve Hindistan baharat yolu ellerinde olduğu için önemli ihracat, ithalat ve transit ticaret faaliyetleri yanında dokuma, sabun, hububat üretimi önemliydi. Merkez Şiraz, meyve bahçeleri ve bağları ile meşhurdu.
Azerbaycan Atabeyliği (1146-1288) Kıpçak Türklerinden İldenizli hanedanı tarafından kurulmuştu. Azerbaycan’da hüküm sürmüşlerdi. Meyve bahçeleri ile ünlü Tebriz, aynı zamanda önemli bir dokuma üretim ve ihraç merkezi idi. Nahçıvan’da hububat, pamuk, üzüm ve meyve üretiliyordu. Kazvin, Gence ve Erdebil ticaret yolları üzerinde önemli merkezler idi. İran Türkistanı da denilen Hoy ve Urmiye meyve bahçeleri ve üzüm bağları ile ünlüydü.
Erbil Atabeyliği (1132-1232) Merkez Erbil olmak üzere Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da hüküm sürmüştü. Ülkenin iktisadi gücü pamuk üretimi ve dokuma sanayiine dayanıyordu.
Dımaşk [Şam] Atabeyliği (1104-1154) Suriye’nin verimli bölgelerine hakim olmuştu. Hububat, sebze, ipek, pamuk üretimi; kumaş, halı, kürk imalatına dayanan gelişmiş ve uzmanlaşmış bir ticari faaliyet vardı. Tarım ve hayvancılık gelişmişti. Şam’da deri işleme, demir ve cam atölyeleri faaliyet gösteriyor; zeytin ve susam yağı, kağıt ve sabun üretimi yapılıyordu.
Musul Atabeyliği (1104-1154) Irak ve Suriye’nin bir bölümüne egemen olmuştu. Urfa, Musul, Halep ve Şam gibi ticaret merkezlerine sahipti. Bu merkezlerde halıcılar, kürkçüler, kumaşçılar, ipekçiler, pamukçular ve iplikçilerin yürüttükleri uzmanlaşmış bir ticari faaliyet sürdürülmekteydi. Tarım ve hayvancılık gelişmişti.
Eyyubiler (1175-1233) Suriye, Filistin, Kuzey Irak ve Mısır’da hüküm sürmüşlerdi. Verimli tarım alanlarına sahiplerdi. Dünya ticaret yollarının önemli bir kısmı denetimleri altında idi. El sanatları yanında gemi yapımı, kağıt, cam, şeker, sabun ve silah üretimi önemliydi. Kereste ve demir gibi malları ithal ederlerken şeker, cam ve kağıt ihraç ediyorlardı.
Memluklar (1250-1517) Mısır ve Suriye’de hüküm sürmüşlerdi. Hindistan ticaret yoluna hakimlerdi. İlk dönemlerinde en güçlü İslam devleti idi. Bu yüzden Papalığın ambargosuna maruz kalmıştı. Bu dönemde Bizans üzerinden Altınordu Devleti ile de ticaret yapıyordu. Sonraları Akdeniz ve Kızıldeniz ticaretini kolaylaştırıp teşvik etmişti. Portekizlilerin Afrika’yı güneyden dolaşarak yeni ticaret yolları bulmaları Memlukların ticari hakimiyetlerini sınırlandırmıştı. Ticaret yanında yünlü, ipeklii keten ve pamuklu dokuma üretimi önemli olup bunlar ihraç ürünleri idi. Yine dericilik, demircilik, cam ve silah sanayileri önemliydi.
Bunlardan başka Anadolu Selçukluları ile Osmanlıların teşekkül devrinde ortaya çıkan çok sayıda beylik ve devletçik vardır. Bunların egemenliği altındaki topraklardaki ekonomik hayat aşağı yukarı Selçuklulardakine benzer özellikler gösteriyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder